6 Aralık 2011
Attila İlhan'ın asistanı Belgin Sarmaşık
Futbol izlemesi yasaktı, gol olduğunda TV başına geçip hınzırlık yapardım
- Nasıl tanışmıştınız Attila İlhan'la?
Her liseli öğrenci gibi ben de şiir yazdığımı sanıyordum. Bir arkadaşımla Attila Bey'i telefonla aradık ve şaşırdık; telefona cevap veren oydu ve hiç kapris yapmadan randevu verdi. Şiirlerimi gösterdiğimde kibarca 'Sen nesre yakın yazıyorsun. Nesir üzerine yoğunlaşmalısın' diyerek okumam için yazar tavsiye etti. Üniversitede tez hazırladığımda tekrar aradım, yine şaşırttı. Beni hatırladı ve okul durumumu sordu. Görüşmelerimiz devam etti ve okul bitince asistanlık teklif etti. Ben iktisat mezunuydum ve üniversitede kariyer yapmayı düşünüyordum. Fakat bir tarafım edebiyattan kopamadığı için kabul ettim, on yıl çalıştık.
- Çalışma biçiminiz nasıldı?
Aynı şehirde oturmamıza rağmen kalp rahatsızlığı olduğu için bankacı tabiriyle 7/24 aynı mekanda çalışmayı teklif etti. Babamın başlangıçtaki muhalefetine rağmen kabul ettim ve Maçka'daki evinde yaz kış burun buruna çalışmaya başladım. Tam bir usta-çırak çalışmasıydı.
- Aranız nasıldı Attila İlhan'la?
Dediğim gibi yaz kış burun burunaydık. Yaz tatillerine İzmir Ilıca'ya gider, her yıl Karaburun, Ildır ziyaretimizi yapardık. Çok sevdiği futbol maçlarını, doktor yasağıyla canlı izleyemeyip neticeyi spor programlarından öğrenirken, ben tam gol saniyelerinde televizyonun önüne geçip hınzırlık yapardım. Attila sinirlenmezdi. Evet Attila diyorum, 'İlhan'ı bir kenarda kalıyor, bu kadar iç içe geçmişlik vardı işte.
- Çalışmalarına katkınız olur muydu?
Yengecin Kıskacı hikaye kitabı benim ısrarımla çıktı desem yeridir. Yayınevi yeni kitap istiyordu. Şurada burada kalmış hikayeleri vardı. Asıl önemlisi, bir yapımcı senaryo istemiş; birkaç bölüm yazıldıktan sonra, yapımcı o işi yapamayacağını açıklayınca yarım kalmıştı. Senaryo 'Yengecin Kıskacı' idi. Senaryoyu toparlayıp hikaye kitabı olarak çıkması fikri belirdi ve kitap çıktı. Yoksa o hikayeler dergilerde kalabilirdi.
- Yazarken ritüelleri, kuralları olan biri miydi?
Kalemle yazardı. Öyle markalı kalemler ona göre değildi. İnce uçlu, yazmayı kolaylaştıran, mürekkepli kalemler kullanırdı. Kalemini asla biriyle paylaşmazdı. Kalemler uğuru gibiydi. Çalışma prensipleri belliydi; yaşam ve çalışma alanında mutlak huzur; kurmuş olduğu çalışma ortamının bozulmaması...
- Daha sonra yazar asistanlığını sürdürdünüz mü?
Asistanlık meselesi Attila İlhan'la kapandı. Özel bir çalışma için yapabilirim ama şimdi işim 'yazmak' olmalı diye düşünüyorum. Üç roman sahibi, televizyon programcısı arkadaşım Müjgan Tekin ve Selim Hasbal'la geçen yıl 'Düşler Durağı' adıyla bir yazı grubu kurduk. Yeni arkadaşlarımız da katıldı. Yeni dönemde başlayacak bir dizi senaryosu yazdık; 'sitcom'a yakın, üç erkek arkadaşın merkezde olduğu tatlı bir dizi.
http://www.aksam.com.tr/yazarlarin-her-seyi-asistanlar--83148h.html
http://haberekspres.com.tr/yazarlarin-asistanlari.html
24 Ekim 2011
Büyük Yolların Haydutu Attila İlhan'ı belgin sarmaşık anlattı
![]() |
![]() |
röportaj: Hatice deniz kaynak: http://www.ayorum.com |
18 Ekim 2011
O’nun hikayesi başkaydı. Çok az insanın hikayesi, onunkine benzeyebilirdi. Yeryüzünde ‘o isimle var olmak’ veya aslında “o” olmamak. Saklı yaşayan suçlu insanlar gibiydi; adam öldürmüş, bir tesadüfle yakalanamamış; gizli bir yerlerde yaşayan suçlu! Üstelik bütün suçu, kendi ayakları üzerinde durabilmek, ’ kendisi olmak’ isteği idi. Kim bilebilirdi, işin bu noktaya gelebileceğini. Elbette kararını verirken, büyük bir risk alması gerektiğini biliyordu. Ama bir katil olacağını kim bilebilirdi? Kendi isminin katili olacağını kim söyleyebilirdi. O, ciddiye alınmak istiyordu; o işi yapan herkes gibi takdir görmek, yapacaklarının kabul edilmesini istiyordu. Hem kanunen onu suçlu görebilecek bir madde de yoktu, en azından o vakte kadar.

Kimse onu tanımasın diye önce takma bir isim ve soyad uydurdu kendine. Bunu yaparken yanında bir silah yoktu; kanlı bir gömlek, hiddetten avuçlarında titreyen keskin bir bıcak hiç yoktu. Elindekiler sadece bir kağıt ve kalemdi. Önce ismini karaladı. Bir sürü isim denedi kağıt üzerinde. Karar verdiği isim ve soyada uygun bir imza ayarladı; sanki kırk yıldır o ismi taşıyormuş ve hep o imzayı kullanıyormuş gibi. Sonunda başardı. Yeni ismini kendi duyacağı kadar mırıldandı, yabancı gelmesin diye. Belki gardrobunu da değiştirmeliydi. Ne de olsa şimdiye kadar taşıdığı nüfus kağıdındaki isim; yaşadığı hayatın, okuduğu okulun, anne babasının bütün izlerini taşıyordu, üzerinden yıllar geçmesine rağmen ilk sevgilisinin renk seçimleri elbiselerinde hala hakimdi; eski ismi o rengin harfleriyle zengindi . Sonra gardrop işinden vazgeçti. Bu kadarı hepten ‘kendinden vazgeçmek’ olacaktı. Halbuki kendi sınırlarını öğrenmek, ‘kendi olabilmek’ için katil oluyordu. Yoksa herkesin bildiği, eskide bıraktığı, nüfus kağıdındaki ismiyle önümüzdeki günlerde tasarladıklarını yaparsa; belki onu yargılayacaklar ya da nedenini sormadan kalemi kırıp infazını isteyeceklerdi. Bu, daha büyük bir hapis olurdu, onun için. Diğer hapsi, tercih etmeliydi. Riski göze alıp; seçtiği ismin, getireceklerini olduğu gibi kabul edecek; kulaklarının bile henüz alışamadığı, yadırgadığı ‘o isim’e hapis olacaktı. Karar verdi ve bütün köprüleri yeni ismiyle attı.
Alışmak için sık sık kağıda yeni ismini yazıyordu, tek başına kaldığında arada ismini ateşli hasta gibi sayıklıyordu. Alıştı elbet yeni durumuna. Artık o da bir katildi ve katlini, silahla, bıçakla değil kalem ve kağıtla yapmıştı; ama kaleminden kırmızı mürekkep akmıyordu. Yazdıklarında kelimelerin en özgürü bazen de en sert ciddiyeti, kağıt üzerinde yerini, kolaylıkla buluyordu. Şimdi yazdıklarını, o öldürdüğü ismiyle yazamazdı. Yazsa bile kimse onun yazdığını, hatta bir kadının yazdığını kabul etmezdi. Zaten bu yüzden katil olmamış mıydı?

Bir erkek ismi seçmişti kendine: Dominique. Böylece daha rahat yazacaktı, tutkularını. Fakat dikkatli seçmeliydi seçtiği kelimeleri; bir erkek yazarın kaleminden dökülecek kelimeler, nedense kadınınkilerden farklı olurdu; bunu yaptığı işten dolayı-ünlü bir edebiyat dergisinde çalışmaktaydı- çok iyi bilirdi. Kaç defa yoklamıştı; okuduğu kitaplarda, yazarların üslûplarında, kelimeleri çok tartmıştı. Ona göre bir dil tutturdu yazdıklarında, kullandığı kelimelerde. Bir erkek yazarın yazacakları olacaktı onunki.
Yıllar sonra soracaklardı: “neden, neden başka bir isimle ?”, Ya da “ o siz miydiniz? Biz onu filancanın yazdığını sanmıştık” o ise diyecekti ki: “Genç değildim, güzel değildim. Başka silahlar bulmam gerekiyordu. Fizik her şey olamazdı. Beyin de bir silahtı. Bana bu tür kitaplar yazamazsın demişti( romanını ithaf ettiği, adam demişti Dominique’e). Deneyebilirim demiştim( romanını adadığı adama)…”
Ve yeni ismiyle yazdıkları bir kitap oldu; İngiltere’de yasaklandı derhal, kendi ülkesindeyse bazıları korktu, yazdıklarından. Bir erkek ismi görünüyordu kitabın kapağında fakat bu bile, yasaklanmasına engel olamamıştı. Yine de bu romanla önemli başka bir şeyi başarmıştı. Okuyan herkesi inandırmıştı ki: bu romanı yazan, bir erkekti! Bu isim o kadar kabul gördü ki ‘kitabı müstear isimle yazan, o ünlü edebiyat dergisinin(Domique’in de çalıştığı) yöneticisi olabilir miydi?’ sorusu sorulmaya başlandı. Bu soru, bütün şehri dolaştı, şehir yetmedi; kitap, uluslar arası bir şöhrete kavuştukça, peşi sıra o soru da dünyayı dolaştı. Kitabın ismi: O’nun Hikayesi. Yazarı: Dominique Aury. Şehirleri dolaşan o meşum dedikodulu soruya göre bunu yazan; Dominique ismini, kendine müstear isim yapmış o ünlü edebiyat dergisinin yöneticisi, Jean Paulhan idi.
Peki, neden yasaklanmıştı? Yazılanlar, kabul göreceği zamanların çok öncesinde mi yazılmıştı? Ne de olsa yıl henüz 1954 idi. İlk defa Fransız edebiyatı sado-mazoşizmle harmanlanmış erotik bir romanla karşılaşmıştı. Hayır, sadece Fransız edebiyatı değil; aslında bütün bir edebiyat tarihi bu sarsıcı durumla ilk defa karşı karşıyaydı (De Sade sayılmazsa). İlk tepki hızlı oldu: yasaklandı, toplatıldı, gizliden gizliye basıldı, okundu. Herkes bu adam kim dedi? Hiç kimse kitap çok okunduğu halde “yazarı benim! ben yazdım!” demedi. Ta ki 1994 yılına kadar. O yıl, Pauline Reage o kitabı yazanın, kendi olduğunu açıkladı: isminin katili o’ydu. Üstelik kitabını adadığı, sevdiği adamın Jean Paulhan olduğunu da eklemişti. İkinci romanının 'Âşık Bir Kız' başlığıyla yazdığı önsözünde; sevdiğine yazdığı o son mektupta: “Âşık bir kız, bir gün sevdiği adama dedi ki: Ben de sizin beğendiğiniz o öykülerden yazabilirim…” dediğine göre o sevdiği Jean Paulhan’dı. Ve yazdı da!
Ne dersiniz müstear isimle yazmak o kadar kötü müdür?

Affedersiniz! Kalemim, Öteki İsmimi Sevmiş!
Bizde “erkek ismiyle yazan kadın yazar yok!” diyen yalan söyler. Ya da “kadın yazarlarımız hep kendi isim ve soyadlarıyla yazmıştır” diyenler yanılıyorlar. İlk aklıma gelen isim, Suat Derviş hanım. Romanlarını sevdiğim bu kadın yazarımızın asıl ismi Saadet. Soyadını sormayın. O doğduğunda henüz cumhuriyet kurulmamıştı ve soyadı kanunu çıkmamıştı. Derviş paşanın torunuydu. İlk romanını yazdığında on beş yaşındaydı. O, ilk romanı “Kara Kitap” için Suat ismini seçti kendine. Tıpkı George Sand gibi-bildiğiniz gibi o da politik yazıları ,ciddiye alınsın, okunsun diye bir erkek ismiyle yazıyordu-. Suat hanım, Derviş soyadını sonradan aldı.
Bir de Cahit Uçuk hanım vardı. Bir televizyon için hazırlanan mini portre belgesel programı,’ Yansımalar’ dolayısıyla onunla tanışmıştım. Zeki, bakımlı, dimdik yüreyen, güleç yüzlü bir hanımefendiydi. Üç kişilik genç ekibimizi çekimden önce güleryüzle karşıladı, ikramlarda bulundu. Çekimde, ismini neden değiştirdiğini anlatmıştı. O yıllarda, bir kadın yazar olarak ortaya çıkmak; kabul görmek zor. Cumhuriyetin ilk yılları güzel, genç bir kız elindeki şiirleri nazımın çıkarttığı Yarımay dergisine gönderiyor ve Cahide Üçok ismiyle şiiri basılıyor. Bir ahbabının evinde tanıştığı Nazım, Cahit hanıma, nesri de denemesini salık verince, bir masal yazdı. O yazdığı masal yine yarımay dergisinde yayınlandı. Bu defa Cahit Uçuk ismiyle. Cahit Uçuk hanımın neden müstear isim kullandığını Ali Çolak şöyle anlatmış: “… yazısını hazırlayıp dergiye vereceği sırada, yayımlanacağından emin olmayan Cahide, ‘ne olur ne olmaz, rezil olmayayım’ diye adını ‘Cahit’, ‘Üçok’ olan soyadını da ‘övünmesiz, alçakgönüllü, uçuk renkli’ anlamına gelen ‘Uçuk’a çevirerek gönderir. Nazım, tanıtım yazısında bu genç yazarın cinsiyetinden bahsetmeyince, olanlar olur. Cahit Uçuk adı Bâbıâli’de bir efsane gibi dolaşmaya başlar; ama bir dedikodu dalgası da ortalığı kavurmaktadır. Kimdir bu adı sanı duyulmadık yazar?”

Yarımay dergisinin sahibi Vecdi Eren Bey, Cahit Uçuk isminin kime ait olduğunu açıklamakta direnmiş fakat babıali bu merakından vazgeçmemiş. Cahit Uçuk ismine genç kızlardan yığınla aşk mektubu gelirken Cahit hanım bu gizemin keyfini yaşamış. Fakat bu keyif uzun sürmemiş fazla merak, sonunda dergide Cahit hanımın yazdıklarının altında başka bir ismin görünmesine neden olunca, Vecdi bey, gazeteler, dergiler ve okurlarca merak edilen Cahit Uçuk’un büyük ve güzel bir fotoğrafıyla röportajını yayınlayarak onu ifşa eder. İşte o gün başka bir deprem olur Babıali’de. Güzelliğiyle değil yazdıklarıyla var olmak isteyen Cahit Hanım deşifre edildikten sonra yine hızla yazı yazmaya devam eder, sayısız romanı basılır.
Cahit Hanım Yansımalar programı için verdiği o röportajda : “ben soyadımı, bazı kadın yazarlarımız gibi her evlendiğim kocamın soyadıyla değiştirip yazı dünyasında yer almadım.” demişti. Cahit hanımın bu söylediğini kayıttan sonra televizyona dönerken arkadaşlarla yorumlamaya çalıştık. O diğer kadın yazarımız kimdi? Sonunda karar verdik: bahsettiği hanım yazar Halide Edip olmalıydı. Halide Edip Adıvar, yine cumhuriyetimizin henüz kurulmadığı dönemde Halide Salih ismiyle Tanin’de yazmıştı. Salih soyadını ilk kocası Salih Zeki’den almıştı büyük ihtimal. Sonraları kanunla beraber ikinci kocasının soyadını, Adıvar’ı aldı.
Müstear isimle yazıp yine evlenme teklifi alan erkek yazarlarımız da var. Aziz Nesin’in ilk dönemlerinde yazdığı bazı şiirleri, Bedia Nesin ismiyle dergilere gönderir, bu isimle basılır. Yazdığı dergiye, şiir seven beylerden evlenme teklifli çok sayıda mektubun, geldiği söylenir. Bir düşünün, Aziz bey, seçtiği müstear isme gelen evlenme tekliflerini, o mizah duygusuyla ne kadar ti’ye almıştır.

Ya Baskıcı Dönemlerdeki Müstear İsimler!..
Bazı iktidarların baskıcı yönetimleri, zaman zaman pek çok yazarı müstear isimle yazmaya itmiştir.İkinci dünya savaşı sırasında ve sonrasında yaşanılan 40’lı yılların gerilimi ve ülkedeki yönetimin özellikle sol yazarlar üzerindeki baskıcı tavrı, o yazarlarımızı, zor şartlara, kaçak göçek yaşamaya, parasızlığa hatta o şartlarda yürümesi zor evliliklerin bitmesine, ailelerin dağılmasına neden olmuş. O yazarların kabahati daha fazla demokrasi istemeleriydi. Elbette onlarınki sol görüşlü demokrasi isteği idi(malum şimdiki zamanda herkes kendi demokrasisini istiyor. Onlar daha fazla insani şartların toplumun tümünde olması gerektiğini düşünüyordu. Berikine göre ayrı, ötekine ayrı bir demokrasi açılımı o zamanlar yoktu) . Sadece belli başlı dergilerde, gazetelerde yazabildiler; demokrasi isteklerini, beklentilerini, umutlarını dillendirdikleri şiirleri kitaplaştırdılar. O şiirlerin, yazıların peşine birileri düştü, birileri yazanları sorguya aldı. Elbette onların müstear isimle yazmaya devam etmelerinden daha doğal ne olabilirdi. Geçenlerde elime geçen bir kitap, müstear isimleri konu etmiş kendine. Müstear isimle yazmak zorunda kalan ünlü önemli edebiyatçılarımız işte o kitapta sayılıyor. Sadece 40lar değil 50’lerde de devam eden o zorlu şartlarda Rıfat Ilgaz: Mehmet Rıfat, Stepne, Remzi Işık müstear isimlerini kullanmış; Orhan Kemal: Yıldız Okur, Hayrullah Güçlü, Raşit Kemali müstear isimlerini kullanmış ( Orhan Kemal’in nüfustaki ismi ise Mustafa Raşit Öğütçü’dür).
Yazar olarak hiçbir iktidarla sorunu olmayan Nurullah Ataç müstear isimle yazmış. Öğrendiğime göre, Sabiha Yağızlar müstear ismini kullanmış. Nurullah Ataç’ın Sabiha Yağızlar müstear ismini, neden kullandığını hiç anlamadım. Sanırım nedenini anlamak için Sabiha müstear ismiyle yazılmış yazılarını okumak gerekir.
Son yıllarda, Müstear isimle yazanlar…
Geçenlerde sağ cenahtan bir hanım yazar, 2004’den beri yazdığı gazetede bir erkek ismiyle de yazılar yazdığını ama bundan sonra artık yazmayacağını açıklamış. Erkek ismiyle yazdığı yazıların kendisini zorladığını ancak ailesinin desteğiyle 2004’ten beri yazmaya devam ettiğini anlatmış. Evet, bir kadın yazar olarak erkek ismiyle yazmaya çalışmak zor olmalı. Ben hiç denemedim ama sağ görüşte olup bir erkek yazarın kelimeleriyle yazmanın zor olacağını anlamamak için deli olmalı.

Öteki İsminle Gel…
Bir süre önce iki arkadaşımla ‘müstear isimle yazmak’ üzerine söyleştik. Aslında tam söyleşme değildi bizimki. Düzelteyim, yazıştık. Zaten üçümüz de İstanbul şehrinin birbirinden uzak yerlerindeyiz. Bir arkadaşım ki gazeteciliğin okulunu okumuş; TRT’nin haber program bölümünde belgesele yakın duran önemli bir programında araştırmaları dahil olmak üzere metin yazarlığı yapmış ‘kız arkadaşım’dır; diğeri ise gazeteciliğin en keskin ucunda durmuş, sağlam bir televizyon kurup ‘onur’ dediğin yerde köprüleri yakmış; sıfırdan var ettiği yerden ceketini alıp çıkmış bir ‘bey arkadaş’dır.
Kız arkadaşım, kimselere yaranmak derdinde olmaksızın yazılar yazmış, üç koca romanı yayınlanmış, program metinlerinde ‘aman birilerinin ayağına basmayalım’ endişesiyle değil; tarafsız fakat haksızlığa tepkili metinler kaleme almış dürüst bir yazar. Bütün bunları kendi ismiyle yapmış. Şimdilerde ise, o piyasada, hatırı sayılan fakat genel hastalık olan ‘yazarlığı’ meslekten saymama hastalığına, saygınlığına rağmen yakalanmış, önemli bir şirketin iş teklifini reddetti. Hem de bir süredir işsiz olmasına rağmen. Üstelik daima tarafsız yazmaya çalıştığı halde yazdığı metinlere yapıştırılan ‘o’ etiketten, çalışacağı ‘o şirket’ etkilenmesin diye, şirketin yöneticisiyle konuşup müstear isim kullanmayı bile kabul etmiş: “televizyon için yapacaklarımda isim önemli değil, elbet profesyonel olarak yapacağım bu işi. Benim için ismimle yazdığım romanlarım, yazılarım önemlidir” demişken yine ‘yazma işi’ni eylemden, meslekten saymayan şirket yöneticisinin, kaleminden dökülecek kelimelere biçtiği maddi bedel, her zamanki gibi işin yoğunluğunun çok gerilerinde kaldı. Ancak onu asıl üzen, alacağı paranın, yapılan işe denk düşmemesi değil bunu söyleme biçimleriydi. Tıpkı, arkadaşımın ikinci romanını basan yayınevine, basımından uzun bir süre geçtikten sonra büyük bir heyecanla sorduğu ‘kitabım ne kadar dağıtıldı, satışı ne durumda’ sorusuna; ‘aman parasını isteyecek’ korkusuna kapılarak ‘daha genç ve yeni yazarsın, hem oralarda çalıştığın halde televizyonlarda tanıdıkların var sanıyordum, kitabının tanıtımını televizyonlarda yapmadın, ne bekliyorsun, ne kadar satabilir’ cevabını veren yayınevinin sahibi ve editörünün kırıcı cevabı gibiydi. Netice mi? Ne kadar dürüst ve onurlu olursan bedeli o kadar ağır oluyor.

Bu iki arkadaşımla ayrı ayrı yaptığım ‘müstear isim ‘tartışması, nasıl başladı ve neye mi bağlandı? İşte:
Bu meseleyi ilk ateşleyen, ilk telleri koparan ’bey arkadaşım’dı. Bir müstear isim arkasına saklanarak yazı yazmayı dürüst bulmayan; kendisine birkaç defa yapılmış, müstear isimle yazma önerilerini; tekliflerini reddetmiş arkadaşımın, müstear isimle yazmayı, toptan korkaklığa yuvarlamasıyla başladı. Herşeyi, niyetin temizliğine ve dürüstlüğüne bağlayan ben de ise ‘o toptan yuvarlamayla’ teller koptu! Kadın yazarların, haklı sebeplerden müstear isim kullanmalarını doğru bulan; Suat Derviş hayranı ben, bir tarafta; dürüst gazeteciliğe onurlarıyla and vermiş iki arkadaşım diğer tarafta. Birilerini kirletmek gayesiyle bir takma ismin arkasına saklananlar adına; gerçekleri kendi ismi, imzasıyla söylemeye cesareti olmayanların samimiyetsizliği adına değil (asla değil!) ancak kalemini dürüst yazmaya adayarak müstear isimle yazılabileceğini savunan ben bir tarafta; “ne yazacaksam kendi ismimle yazarım, vebali benim boynumadır, başım belaya girecekse böyle girsin, ceza verilecekse çekerim” diyen arkadaşlarım diğer tarafta. Dürüstlüğü hayatlarının merkezine almış bu iki taraftan acaba hangisi haklı, ben karar veremedim. Sizce, hangi taraf haklı?
Not: Birkaç defa O’nun Hikayesi romanını okumaya çalıştım. Her seferinde on sayfasından öteye gidemedim; içim kaldırmadı; afakanlar bastı, okumaktan vazgeçtim. Aynı şeyi, aynı sebepten (o kadar bahsediliyor, okumayı bir deneyeyim dediğim) Marquis de Sade’ın romanlarında da yaşamıştım. Onun romanlarını da okuyamadım ve onları kitaplığımın, okunma ihtimali uzak kitapları arasına yerleştirdim.
29 Eylül 2011
İnanmadınız mı, eşeklerin de gururu olup intihar edeceğine. Muş’ta tanık olunmuş gururlu bir eşek hikayesi anlatayım size, belki bana inanırsınız. Yok, önce başka bir şey anlatayım; yine eşeklerle ilgili:
Tanıyanlar veya tanımayanlar; kitaplarını okuyanlar, okumayanlar her nasıl bir kitle ise ; o kitlenin büyük çoğunluğu onu bir İstanbul beyefendisi sayar, aslen öyledir ancak eklemek gerekir: o, külhanbeyi ile istanbul beyefendisi arasında bir yerdedir. Günlük hayatında dilinden kelimelerin en hınzırı, en haylaz halk deyimleri eksik olmaz (aman yanlış anlaşılmaya! Küfür demiyorum, hınzır diyorum). Akşam oldu mu, Maçka’daki salonda, büyük iki avize yalnızca yemek sırasında yanardı. O vaktin dışında, salonunun her bir köşesine; sehpalara, aynalı tırnağa yerleştirilmiş abajurlar 100 wattlık ışıklarıyla yanardı. Abajurlar dört tane olunca yeterince aydınlatıyordu mekanı. Tepe ışıklarını zaten sevmediğimden bu aydınlatma sistemine hemen alışmıştım. Onunla ilk çalışmaya başladığımda bir türlü alışamadığımsa; ailemde, çevremde hiç duymadığım o hınzır deyimlerdi. Kızkardeşlerimden en küçüğü çalışmaya başladığım o ilk dönemde, henüz on yaşındaydı. Elbet kızkardeşlerimle tanışmıştı büyük yolların haydutu; onları zeki ve dikkatli bulmuştu. Bir ara o en küçük kızkardeşim hakkında konuşuyorduk, onun için “sıçanâki” demesin mi! Nasıl alınmıştım, kızkardeşimi sıçana benzetiyor diye (şimdi üniversitede öğrenci olan o kızkardeşim hala kırk beş kiloda ve kemikten mükellef göründüğüne göre o zamanki minikliğini böyle tanımlamak pek de yanlış değilmiş.) Büyük yoların haydutu, uzunca bir süre “sıçanâki” lafını sevimliliği için söylediği konusunda beni ikna etmekle uğraştı. Sonraları kulağım alıştı elbet.
Yine hınzır bir Anadolu deyimini söylediği gün katıla katıla gülmüştüm. Karikatür gibi bir benzetme idi. O gün, kışın yağmura hazırlanan karanlık bir gündüz vaktiydi. Evin içi çok karardığından tepe ışıkları dahil bütün ışıkları yakmıştım. Öğlen yemeği için eve gelen büyük yolların haydutu salona girince; dudağının kenarında hınzır tebessümüyle: “ ne o, eşeğin sünnet düğünü gibi, bütün ışıkların yakmışsın!” demesin mi? Ardından yemek öncesi, salonda benim yüksek kahkalarımla o avizeler şıngırdamasın mı?

Bu sohbetin üzerinden dokuz yıl geçtikten sonraki (elbet bu laf yeri geldi mi söyleniyordu) başka bir sohbette aynı laf benim şaşkınlığımı su yüzüne çıkartacaktı. Yaz vaktiydi; bir pazar akşamı o, hafta sonunu geçirdiği yakınının mekanından dönmüştü, bense annemlerle geçirmiştim hafta sonumu. Maçka’daki mekanımızda buluştuğumuz an, yemek öncesi, rehaveti bol hoş bir vakitti. Büyük yolların haydutu hafta sonundan kesitler anlatıyordu: “ …o misafir kız da amma kıntışlıymış: akşama doğru, sahilden dönüp eve girince bir baktım ev sahibi bütün ışıkları yakmış, ben yine ‘eşek sünneti gibi olmuş burası; bütün ışıkları yakmışsınız!’ deyince o misafir kız bir kahkaha kopardı belki on dakika güldü” dedi. “Bunda garabet var mı, komik bir laf. Hiç hayvan sünnet olur mu?” dedim. Bu defa o “ İyi de o, on dakika güldü. Hem sen bu lafın nesine gülmüşsün; yorumunu bir daha söyle bakayım!” dedi. Bütün şaşkınlığımla: “ Hiç hayvan sünnet olur mu? Bu laf, bundan dolayı komik değil mi?” tekrarımı yaptım. Bu defa o katılarak gülmeye başladı bir yandan da üstünü kapatmaya çalışarak açıklamasını yaptı:” hayır, eşeklerin uzvunu sünnet etmek pek kolay olmasa gerek, o kadar zor ki düşün, sünnet edilebildiğinde bütün ışıklar yakılarak düğün yapılıyor” . Yüzümdeki şaşkınlığı bir hayal edin. O halimle “ ne yani, dokuz yıldır yanlış şeye mi gülüyordum!” diyebildim.

İsmi Leyla…
Gelelim Muş’taki eşek hikayemize. Hikaye dediğime bakmayın aslında yaşanmış bir olay. Onurlu, mağdur kahramanımız, dişi bir eşek. Efendim, bu dişi eşeğimizin sevdalandığı bir eşek var. Bunların sevda muhabbetleri, bulundukları köyde sempatiyle karşılanıyor. Kahramanımız dişi eşeğin ismi Leyla. Leyla ile sevdalısının muhabbetleri süre gitsin bir gün köylünün biri başka bir köyden kendine bir eşek edinir. Köye yeni gelen bu eşek, haydutluğunu, etrafa göstermekte vakit kaybetmez. Sahibini bile şaşırtan yeni eşekten, herkes rahatsızdır fakat asıl rahatsızlığı Leyla yaşayacaktır. Yeni gelen eşeğin her yakınlaşmaya çalışmasının ardından soluğu sevdalısının yanında alan Leyla kendi dilinde konuşarak ona, durumu anlatmaya çalışır. Leylanın sevdalısı da yine Leyla’nın dilinde konuşarak ona yaklaşıp karşılık verir.
Bir gün haydut eşek yapacağını yapar, onun elinden kurtulmaya çalışan Leyla çırpınışlarıyla acı acı bağırarak herkesten yardım ister. Leylanın sevdalısı önce haydutla mücadeleye girişse de kuvvetli hayduttan dayak yiyip geri çekilir. Leyla’yı çok seven sahibi, müdahale etmeye çalışsa da hayduta engel olmak ne mümkün! Hayduta, kendi sahibinin çekiştirmeleri, dayağı bile engel olamaz. Sonunda olan olur. Leyla olayın hemen ardından sevdalısının yanına gider, ona Leylaca bir şeyler anlatır, ondan şefkat bekler. Onuru kırılan sevdalı eşekse önce Leyla’ya cevap vermeye çalışır, fakat uzun sürmez cevabı, yürüyüp gider, Leylayı ardında bırakır. Köylülerin bir kısmı der ki; onlar bir süre hem konuştular hem ağlaştılar.

Leyla hamile kalır, yavrusunu doğurur. Birkaç defa daha sevdalısına yanaşmak ister ama sevdalısı hep ondan uzak durur. Bir gün Leyla yavrusunu da alır, o köyü terk eder. Onu seven sahibi önce bütün köyü, sonra komşu köyleri arar; aratır; haberler bırakır. Leyla’dan uzunca bir süre hiç haber alınmaz. Sahibinin artık umudunu kestiği bir anda komşu köyden biri Leyla ve yavrusuyla görünür. Sahibi Leyla’yı gördüğüne sevinir; onu ve yavrusunu temizler, paklar. Leyla, uysaldır tüm bunlar olurken, hiç direnmez. Birkaç gün sonra bir kere daha sevdalısına görünür; sonra akşamüzeri o köyün en işlek yoluna doğru yönelir. Yol boyunca yürür, yol uzadıkça onun da gölgesi uzar, büyür, kocaman bir Leyla olur. Yolun bir ucundan her zamanki saatinde bir minibüs görünür. Minibüs yaklaştıkça Leylanın gölgesi devasa olmuştur. Minübüsle aralarındaki mesafe kıpkısa kalınca Leyla minübüsün önüne atar kendini. Minübüs sahibi de şaşırır olana. Leylanın hemen orda ölümüne herkes üzülür.(Yoksa size eski Yeşilçam filmlerini mi hatırlattı?)
O haydut eşeğe ne oldu dersiniz? Ona herkes kızmıştır. Haydutun yaptığına ve asıl neden olduğu intihara bütün köylüler kızar. Haydutun sahibi, üzüntüsüne ne yapacağını bilemez. Haydutu, döver; yetmez, onu kovar. Onu bir sahibi kovmaz! Bütün köy halkı, haydutu kovalar köyden. Haydutun âkibetini bilen yok elbet.Bilinen şey, gururundan Leyla, intihar etmiştir. “Hayvanların gururu yoktur!” diyenlere, ‘inat!’ bir hikaye işte: Leyla’nın hikayesi.
Günümüzde insanlarda bile rastlanmayan onur bir hayvana neler yaptırıyor? Bizlere ibret olmaz mı bu? Yok, olmaz değil mi? Zamanımızda onur, değeri olmayansa, insana kazandıran değil; kaybettirense, onurlu kaç kişi kalır!
29.01.2011
15 Ağustos 2011
KEYFEKEDER RÜZGAR
Üstüme serpilip, dökülen bu koku hiç hesapta yoktu. Güneşin öğle sonrası sıcağında gölgeliğe sığınarak uzanmış; kafamdaki her fikri def eden, denizin rahatlatıcı küçük dalga sesiyle gevşemiş, her zamanki esintiyi bekleşe duruyordum. Derken, bütün sinirleri uyandıran bu rayiha. Zeytin ağacının kekiğe karışmış kokusu, vücudun denklemini alt üst ediyor. Beklenilen sakin bir esinti yerine esiveren bu rayihalı rüzgar hem sinirleri ayağa kaldırıp zindelik veriyor hem rahatlatıyor. Vücudum miskinliğinden sıyrılıyor. sanki uzun bir spordan sonra yorgun fakat zindeymişim gibi bir çırpıda bütün bir adayı dolanma enerjisi serpilmiş üstüme. Rayihalı bu rüzgarı bekleyen var mıydı? Gerçi rüzgar bu! Beklenilenle değil canı ne isterse onunla gelir!
Keyfekeder bu rüzgar, adada sürekli dolanır. Bazen saatli bazen saatsiz, bazen lodos bazen poyraz. İkisi de fırtınaya dönüştü mü bu adanın anakarayla bağlantısı kesilir. Zordur aslında, ada yaşantısı. Hem kendi içine kapalıdır hem de dışa açık olmalıdır. Hem tehlikelere açıktır; ondan kendi içine kapanır, hem de dışarıdaki gündelik yaşamın temposuna uyabilmek veya ticaret için dışarıyla temas, zorunludur.
Sularla çevrili bu kara parçasının, anakarayla ‘düzenli teması’ yaz aylarındadır; onun dışındaki temasına ‘olabildiğince düzenli’ diyelim. Şimdilerdeki ulaşımdan şikayet edenler varmış; siz eski halini bilmiyorsunuz demek. Haftada birkaç sefer yapılabiliyordu, şimdi günün belli saatlerinde seferler yapılabiliyor. Hatta havalanı yapıldı, Gökçeadalılar, çok mutlular ancak kış vakti uçak seferlerinin talep azlığından dolayı 'iptal edilir', endişesini taşıyorlar. Haklı bir endişe elbet.
İşte uğurlu deniz kıyısının başıboş keçisi, rüzgarın getirdiği kekik kokusunu, o da almış belli ki. Bu defa grupla değil pek bir 'tek başınalık'haliyle dolanıyor plajda. Didiklenecek ağaç yaprakları ve kurumuş çalılardan medet bulamayınca tek ümidi plajda atıştırılacak bir şeyler bulmak. Plajın günlük konar-göçer insanları yemek arayışına yardımcı oluyor arada.
Rüzgarlı adanın iki büyük barajı (bir de miniği var) sadece suda yaşayanlara değil karada yaşayanlara da hayat sunuyor.
Ada Alerjisi
İşte bunu duyan pek olmamıştır. Adada uzun süre vakit geçirenlerin başına gelebilir. Gelebilir diyorum çünkü herkes bu alerjiye yakalanmıyor. Mayısın sonu ile ağustosun ilk yarısına kadar süren özel bir alerji. Zeytin ve incir ağaçlarının çiçek açmasıyla oluştuğundan bahsediliyor. Bu alerjiyi ilk gören geçici süreli görevli doktorun ilk tespiti ise beni pek bir güldürmüştü: “bu, uyuzu, işaret ediyor”. Komik çünkü uyuz filan değil, evet uyuz gibi tatlı kaşınıyor ve vücudun en sıcak yerlerinde ilk baş gösteriyor! Başlangıçta küçük sivrisinek ısırığı gibiyken fındık büyüklüğüne erişebiliyor. Fakat uyuz değil, birden başlıyor ve adadan ayrılınca geçiyor. Hem herkeste görülmüyor hem de temasla geçmiyor. ‘Ada Alerjisi’ seçici demek, yanlış olmaz sanırım!
Ağustos böcekleri ege bölgesine has, daimi mesailerine, burada da devam ediyorlar. Ağustos böceklerinin sadece yaz aylarında yaşayıp ilk yağmurlarla patlayarak(!) öldüklerini öğrendiğimden beri o tek düze senfonilerine sabır göstermek gerektiğini düşünüyorum.
Kefalos’un kalabalığını görünce bir kaçış yeri daha bulduk: Kapıkaya plajı. Uğurlu’dan da sakin bu plaj. İki yol var buraya geliş için. Biri kefalos’un devamı olarak bütün bir kıyı boyunca devam etmelisiniz. İkinci yol adanın merkezinden Şahinkaya -Dereköy istikametine devam edin; büyük kaya dağlarının arasından geçin, sizi plaja varacak bir yol karşılayacak. Kapıkaya ismi iki kayalık dağın bir kapı gibi kıyıya varışta set görevi görmesinden gelmeli. İki kaya dağın arasından geçen yolun sonunda sakin denize varmak hoş!
Adaya deniz yoluyla gidiyor veya dönüyorsanız; arabalı feribotta, eli açık seyircilerin doyurduğu martıların, arabalının bıraktığı köpüklere eşlik ettiğini göreceksiniz. Meğer martılar ne hızlı uçarlar ve ne sıklıkla uçuş eksenlerini değiştirirlermiş. Bunu yeni öğrendim. Elimdeki basit dijital makinesiyle martıların hızını yakalamak çok zor oldu.
Keyif ehli rüzgarımız, şükür ki adadan ayrılırken bir fırtına koparmadı. Ada rüzgarı Kabatepe limanına yanaşırken bizi çam kokusuyla karşılayan Çanakkale’nin rüzgarına teslim etti.
13 Ağustos 2011
Acı Ay

ACI AY
Demiş miydim? Ben pek çikolata sevmem. Hele ki bitter! fazla kekremsi gelir bana. Kakaosu, ağzımı burar her denediğimde. ‘Bitter Moon’ filmi, Polanski’nin tuhaf bulduğum sinemasından bir film. Ancak ismi, (içinde bitter olmasına rağmen) kulağıma hep hoş gelir: Acı Ay. Acı ay dedim de, geçenlerde merak ettim yılda kaç defa ay tutulması yaşıyoruz acaba? Rastladığım cevaplar, sıklıkla, yılda iki defa tutulma olduğunu söyledi. En son dolunay zamanında, görünen tam ay tutulmasını 15 haziran’da yaşadık. Bendeki özel manasıyla dikkatimi verdiğim her yılın 15 haziranına farklı olarak, bu yıl başka anlamlar da yüklemeliymişim meğer. Bu yılki haziranın on beşinde, ay, önce gri puslu bir renkteydi, sonra kahve renginden bakıra yürüdü; en son bakıra çalarken, hafif kızılla sınırdaştı rengi. Yine de bu ayın kızıllığı, beş yıl önce gördüğüm İzmir Ilıcadaki kırmızı ay gibi değildi. Hele kızıllığı, Mordoğan-Karaburun yolundaki her koyda defalarca batan güneş kızılı ve onunla yarışa giren koyların ihtişamlı kırmızı ayı gibi hiç değildi.
Karaburun küçük, serbest bir ege kasabası. Kasaba ile deniz, aralarına hiç mesafe koymadan, dib dibe birbirlerine sığınarak kaynaşmışlar. Uzun yol katederek varılan egenin en ucundaki bu burunda, salaş balık lokantalarında balık ve şarap eşliğinde geçirilen bir öğlen vakti, kalabalıklaşan ve gün be gün gürültüsü artan ılıca’da vakit geçirmeyle karşılaştırılamaz. Lokanta, dediğime bakmayın; üstü kuru kamışlarla örtülü çardak havasında, sanki gölgeli bir çay bahçesi. Çardağın denize sıfır tarafında, dalgalar haşinleştiğinde olası su serpintisini engelleyen yarısı camdan yarısı ahşap bir set, abartısız insana denize açılan pencere hissini verir. Ancak masaya kurulup da saatler, keyif vaktini çaldığında elinizi uzatsanız parmaklarınızın değeceği deniz, pencereli sete rağmen camlarla oynaşarak size serinliği getirir. Denizi, kayalık ve her daim temiz Karaburun’un.
Böyle birkaç öğle vaktini hatırlıyorum. Hele ki bir hafta sonunda, akşam vakti, bize ne sürprizler yapmıştı. O hafta sonunun, insanı ağırlaştıran sıcak öğlen vaktinde, ‘sonbahar kaçakçısı’yla, Ilıca’nın kalabalığı ve müzik gürültüsünden kaçmışız, kendimizi Karaburun’un bu uzun sahilinde bulmuşuz. Taze balık ve şarap önümüzde; denizde balık avına çıkmış küçük tekneler. Hemen önümüzde salınan denizin kıyısındaki afacan oğlan çocukları küçük kayalardan denize atlaşıyorlar. Biraz ötelerinde, yetmişlerinde bir nine, sıcaktan bunalmış, üstünde günlük entarisi kıyıya yakın bir kayalığa oturmuş, sıcakla şişen ayaklarını sulara salmış serinlemeye çalışıyor. Onun deyimiyle ‘azıcık serinleyivermiş!’ ama yetmemiş ki bir süre sonra suya kendini bırakıyor. Bir yandan yüzüyor bir yandan kıyıda kendine seslenen hınzır gence cevap yetiştiriyordu, kelimeleri yuvarlayıveren aceleci ege şivesiyle. Sonbahar kaçakçısıyla gülüşüverdik hınzır gençle denizdeki teyzenin birbirlerine laf yetiştirmelerine.
Akşam serinliğini kaybetmeden, dönüş yoluna koyulduğumuzda hala güneş batmamıştı. Ve elbet arabayı kullanan biz değildik.

Kırmızı Ay’ın Acı Saltanatı
Batmakta olan güneş, incelip daralan tek arabalık yolda, her girdiğimiz koyların girintilerinde kayboluyor; koyun burnuna geldiğimizde aniden ve daha bir alacalı, giderek çizgilerini kaybetmiş, sıcakta eriyen çikolata gibi etrafındaki renklere bulanmış haliyle bizi buluyordu. Güneş bulandığı renkleri peşi sıra sürükleyerek yolumuz üzerindeki sıralanmış koylarda arabamızla yarışa giriyor, eridiği renkleri kaybetmeden hızını artırıyor, koy içlerinde pes etse de, denizle yolu ayıran yarların en ucunda bizi yakalıyordu. Kırmızı ay görünene kadar yol boyunca ‘koy oyunu’nu hızını kesmeden bizimle oynadı. Ay nazlı nazlı kırmızı ve ihtişamlı doğduğundan mıdır, güneşin renkleri gittikçe bulanıp artık tek renge sahip olamadığından mıdır bizimle yarışta hızını kesti. Ama hemen pes etmedi. Bir süre daha bizi, kırmızı ayın ihtişamına kaptırmak istemedi. Ayın kırmızı saltanatı gökyüzüne yerleşinceye kadar, her koyda koyulaşan, renklerini sürükleyerek denize saçan güneş, bizimle yarışta ısrar ediyordu. kırmızı ay, etrafını iyiden iyiye karanlık sardığında, hükümdarlığını, geç kalmış imbatla ilan edince, güneş, artık pes etti. Meydan, her koyun bitiminde bizi karşılayan, ağırbaşlı hükümdar kırmızı aya kalmıştır.
Ay Tutulması
Ay tutulması için derler ki bir dönüm noktasıdır, bir değişim dönüşüm zamanıdır (kurda dönüşen insanı kastedmiyorlardır umarım!). Alaca renklere bulanmış güneş ve yarıştığı ihtişamlı kırmızı ayın saltanat sırasını birbirlerine bırakmaları gibi zor zamanların yerini güzel günlere bırakmasını umut etmek bize çok mudur?
11 ağustos 2011
3 Ağustos 2011

Şaşıyorum şaşkınlara!
Şaşırıyorum şaşıranlara, şaşkınlara! Her dönemin bir yapıcıları, ön hazırlayıcıları yok mu? Sebepleri ekonomiktir, sosyolojiktir ancak tahmin edilemez değildir, bir sonraki bizleri bekleyen durak bellidir. Bir toplumun uğradığı (uğrayacağı) değişim bir anda mı gerçekleşir? Toplumun bir anda değiştiğini(değişiyor olduğunu) düşünmek, toplumun verdiği kararların neticesini anlamamak, onun seçimlerini ciddiye almamak; onu, önemsememek değil mi? “Biz, nasıl böyle olduk?”, “Biz, nasıl kutuplaştık?”, “Lütfen kutuplaşmayalım! sürekli değişen kutuplarla, kutbumu şaşırıyorum!” diyenler, ‘benmerkezci’ hayatlarının dışına çıkıp, etraflarındaki değişime en son ne zaman göz atmışlardır, meraktayım. Toplumun büyük bir kısmı ‘sizinle aynı fikirde değil’ diye, o seçimleri ve sonuçları nasıl önemsemezsiniz? Toplumun beğenisini, onayını alanların yaptıkları, yapacakları; sizin onayladıklarınız olmayabilir; ancak çoğunluk, neden ve tekrar neden ‘seçimini onaylamadıklarınızı’ seçmektedir, bunun üzerine düşünmek yerine toplumu toptan yargılamaksa zaten işin en kolayı değil midir? Şimdi en kolayından şaşıyor musunuz? İşte ben de buna şaşıyorum. Bizleri bekleyen durağın ismi üzerinde yazılı değil mi? Siz, o durakta ister inersiniz, ister yolunuza devam edersiniz; ancak toplum, sürüklenmek istediği yolun güzargahını çizmişse, o güzargah bir ring içinde bile olsa izleyeceği yol odur. Beğenmiyorsanız, topluma, onun beğeneceği, ayağına ters gelmeyeceği başka bir alternatif bir yol göstermeniz gerekir. Alternatif o yolun kendi yolu olacağına inanmışsa, ne kadar dolambaçlı ne kadar engebeli olduğuna bakmaz, gideceği güzergahı alternatif yolla belirleyecektir. Ancak hem onun aklına yatacak alternatif yol önermeyeceksiniz, hem de sürüklendiği güzergahı beğenmeyeceksiniz. Sahi siz kimsiniz? Siz hangi şaşkınsınız?
Bir zamanlar ucu size dokunmuyordu. Hatta vergi borçlarını vesile edip, diş kavukları bile aranmış adamlara maliye hesapları sorulurken belki içinizden bir “oh” bile çekiyor “başına gelenleri hak etmişti” diyordunuz. Bir zamandan da önceki bir zamanlarda hesap sorulan o adamlarla belki tatsız bir geçmişiniz vardı, ondan “oh” çekiyordunuz içli içli. Sorulan hesaplarda haklılık payı yok muydu? Aslına bakılırsa vardı. Ama bu işte ters olan, başka bir şeydi. Hesap sorulmanın başlandığı o zaman dilimi, yeni bir dönemin başladığı, sorulan mali hesaplarsa “geliyorum işte.. bekleyin!” iç sesinin kuvvetli ıslıklarıydı. O ıslıkları duymak istemediniz, hatta belki yanınızdakilerle o ıslığın melodisini siz de mırıldandınız. Ters gelen şey, o ıslıkların melodisiydi. Şimdi o ıslık, gökkubbeye varan büyük nidalara dönüştü; siz o nidalardan korkuyorsunuz. Halbuki yükselen nidalarla, o ıslıkların melodisi aynı. Şimdi neye şaşıyorsunuz? Neden şimdi size o melodi, yabancı geliyor, içinizi titretiyor? Şaşkınlığınıza şaşıyorum.
Şimdi kariyerleri boyunca yaptıkları işlerde (kalitesi yüksek bile olsa!) ‘suya sabuna dokunmamışlar’, “tam gaz gidiyordum duvara tosladım” diyor? Demek ki eskisi gibi, gül bahçesine savrulmayı umuyorlardı. Tam gaz diyerek ‘haksızlığa uğrayan’ların nişanını yakalarına takmaya çalışıyorlar. Diğer meslektaşları bilcümle alkışlarıyla “tam gaz” gittiğini sanıp “toslayan” arkadaşlarına nişanlarını takıyorlar. O meslektaşlarının sözlerinde, bolca şaşkınlık ifadeleri. Bu şaşkınlığa hepten şaşıyorum! Gazetecilikteki veya sükseli televizyonculuktaki mesleki reflekslerden bahsedenlerin bu basiretsizliklerine şaşıyorum. İçimden soruyorum ne bekliyordunuz?
"Genciz biz, delikanlı!
Aktif, dinamik, heyecanlı!..”
Bu sözleri hatırlayabiliyor olmama şaşırıyorum. Çünkü bu sözler, bir zamanlar bir reklam cıngılındaki sözlerdi. Ne kadar başarılı ki bunca yıl sonra söylenişteki vurgusuyla bile hatırlayabiliyorum. Bir de plaja gittiğimde başka güneş yağlarının kokusuyla hatırladığım ‘eski bir güneş yağı’ reklamının melodisini ve sözlerini: “delial, deniz mevsiminde; delial, kızgın güneşte; delial, bronzlaşmak için ideal!” Seksenlerin sonuna denk gelen -benim ortaokul/lise dönemim- ülkenin tek televizyonu TRT’de yayınlanmış reklam cıngıllarının sözleri bunlar. Bir de sözü olmayan, tuhaf ünlemli seslenişi ve ‘muck’ sesli öpücükle güzel hanımların ve yakışıklı beylerin üstlerindeki dar streç jeanlerini gösterdiği Lee Cooper reklamını hatırlıyorum. Neydi onun ‘olmayan sözleri’: “uvvak uvvak.. muck muck muck. lee Cooper!” Bir zaman TRT bu reklamı yayınlamış; yanlış hatırlamıyorsam sonradan müstehcen bulup yayından kaldırmıştı. Fakat yayından kalkması, bu reklam cıngılının, o dönem için, oğlanların kızlara laf atma biçimine dönüşmesine engel olamamıştı. Müstehcen bulup yasak getirmek, demek ki gençliğe işlemiyor.

Nerden çıktı bu reklam cıngılı meselesi? Efendim bir süredir TV’de yayınlanan, erkekler için tıraş makinası (veya tıraş kremi) reklamı var. Her rastladığımda, bu reklama, elimde olmadan gülüyorum. Hangi reklama ve neden mi diyeceksiniz? İzlediğim reklamda, yakışıklı genç beyimiz(aynı zamanda evin direği genç bir babadır) baklavalı-bol kaslı vücuduyla göz dolduruyor. Fakat görseniz tıraş sonrası halini, pek bir acıyasınız gelir. Genç güzel karısı ve çocukları geniş mutfaklarında kahvaltı yapadururken; o yakışıklı baklavalı-bol kaslı vücutlu genç babamız, buzdolabını açarak başını buzluğa sokmuş, mutfaktaki kahvaltı yapan ailesini bile şaşırtmakta. Gel de gülme o görüntüye. Ya da aynı reklamın devamında, “tahrişe son” diyen ünlemli sesle, yakışıklı başka bir bey, büyük buz parçasına yüzünü dayayarak tıraş acısına son vermeye çalışıyor. Ve reklamın o ünlemli sesi, tüm erkeklere sesleniyor “yanmaya, tahrişe son!”. O görüntülerin ardından aklıma şu geliyor: noldu, eski “güçlü erkeklerin tıraş köpüğü” veya “adam gibi adamın tıraş bıçağı” ünlemli reklamlara? Anlaşılan güçlü adam imajı fiziken devam ediyor, ancak erkekler, artık tıraş olurken yüzlerindeki yanma, tahriş hissini itiraf mı etmek istiyorlar? Sahi aslında her gün tıraş olmak ne kadar yorucudur?

Her Allahın günü sabah gözünü açar açmaz, bir elde tıraş bıçağı, diğer elde traş köpüğü, muslukta ayarlanan ılık su, sabah telaşı içinde, yüzünü kesip biçmeden gri gölgeleri, birkaç saatliğine yok etmek gayreti, bir zaman sonra ne bezdirir adamı. Üstelik baksanıza, tıraş sonrası şikayetlerini artık dile getiriyorlar reklam aracılığıyla da olsa. Haklılar elbet. Ama bakımlı erkek imajı böyle gelmiş böyle gidiyor. Birkaç dakika süren tıraş için bir erkek ortalama ömrünün 3350 saatini yani 139 gününü harcıyormuş. Ve erkeklerin % 70'i ıslak tıraşı, tercih ediyormuş. Kuru tıraş nedir diyorsanız –ki ben ilk duyunca dedim- elektrikli tıraş makinasıyla yapılan tıraşmış efendim. Rastladığım bir blogda- blog tıraş ve parfümler üzerine- sık tıraş olan bir bey, kuru tıraşı, şöyle yorumluyor: “Tıraş makinesi. Su yok, sabun yok. Dolayısıyla nemlendirme, koruma da yok. Aksine yanma, tahriş, kuruma var. En kötüsü de herhangi bir keyif yok. Çalıştır, 10 dakika yüzünde giderek ısınan, gürültülü, rahatsızlık verici bir rendeyi gezdir ve tıraş olduğunu düşün. Hayat bu kadar tatsız olmamalı…Ancak gerçekler bu kadar tatlı değil. Elde edebileceğiniz en kötü ve tatsız tıraşı bu makineler sağlar. Kaçınız boyun altınızı bunlarla sinek kaydı yapabiliyorsunuz, eğer yapabiliyorsanız bunun için kaç dakika yüzünüzde gezdiriyorsunuz? Yaz sıcağında boynunuzda vızır vızır öten bir aleti 5 dakika sürtmek hoşunuza gidiyor mu? Bazı makineler ıslak, köpükle ya da jelle çalışabilse de bunlar ıslak tıraşın getirilerini sunmaktan çok uzak, boş taklitler yapan gereçler. Özetle kuru tıraşı bir daha anmamak üzere burada bırakıyoruz.O zaman ıslak tıraş; sulu, köpüklü olan bildiğimiz tıraş değil mi?”
Bu blog sahibi daha da öteye gidip farklı, gelenekselci ama okuyunca haklı bulunan fikirlerini sıralıyor: “Kaliteli tıraş, çeşitlilik, alınan keyif bunun getirileridir. Esası eskiye özlemdir. Marketten alacağınız paketlenmiş bir mach 3 ile 1850' den kalma antika bir usturanın elinize vereceği his, zihninizde yaratacağı düşünceler çok farklı olacaktır. O usturada birikmiş tarih, yaşanmışlıklar onu her elinize aldığınızda bir gizem olarak içinizi gıcıklayacaktır. Yüzünüzü sıcak köpükle kaplarken, dedenizin de aynı şekilde tıraş olmuş olduğunu bilmek bir tebessüm verecektir.Tabi bütün bunlar belirli bir yaşla gelecek. 20 yaşında birisi için bunlar çok derin konular olabilir ama olmayabilir de. Yaş attıkça kişisel gelişim ve karakter gelişiminiz de arttıkça eskiye olan özlem de artıyor. Bu da bakımlı, birikimli, görgülü, efendi bir insan olma isteği uyandırıyor ki, kaliteli ve has geleneksel tıraş ürünleri sizi buna bir nebze olsun yaklaştırıyorlar.”
Evet, bu arkadaş tıraş olmanın da bir keyif olduğundan bahsediyor. “en son askerde düzenli tıraş oluyordum. o vakitten beri ara ara tıraş olurum” diyenlerin veya her sabah tıraş olmaktan bezmiş o erkeklerin aksine anlatıyor tıraşı. Diyor ki “Neden benim için tıraş bir keyifken, size ızdırap geliyor? Hiç yöntemlerinizi düşündüğünüz mü? Kullandığınız ekipmanları gözden geçirdiniz mi? Babanız size temel tıraş bilgilerini öğretti mi? Düşününce eksiklikler yavaş yavaş ortaya çıkıyor değil mi? ..Günümüzde sosyal hayatın hayatımızdaki ufak zevklerden çalmasını bir yana bırakırsak, özünde erkek için tıraş, her zaman kişinin kendisiyle baş başa kaldığı, aklındakileri, düşünmeyi, dertlerini, tasalarını, üzüntülerini, sevinçlerini bırakıp o kısa süreç boyunca zihnini boşaltıp, adeta meditasyon yaparcasına kendini rahatlattığı bir eylem olmuştur. Tıraşın iki aşaması vardır, birincisi zorunlu olan sakallardan arınma eylemi, ikincisi bu eylemi uygularken alınan haz.”
Blog sahibi arkadaşın bu sözleri, internette rastladığım eski bir reklama çağrışım yaptı. Perma sharp’ın şimdi izlendiğinde güldürecek o eski siyah beyaz reklamı ne diyor: “erkek: tıraş olur…erkek, merttir; erkek, arkadaştır erkek sevgilidir ve erkek tıraş olur.”(!)

Maço erkeğin görüntüsü nasıl olur?
Bir ara maço erkek, kadınlar arasında pek muteberdi(!) Görüntüsünde kirli sakal hakim, yaz kış çoğunluk siyahlara bürünmüş beylerimizdi. O sıralar, ünlü oyunculardan sokaktaki adama kadar bu görüntüdeki beylere rastlanırdı. Sonra bunun yerine ‘metropol’ sıfatlı ayak tırnak törpüsüne kadar bakımlı beylerimiz belirdi. Bakımlı erkek deyince işi biraz abartan beylere hanımların ilgisi, giderek artıyor mu ne! Bir internet gazetesinin haberine göre öyle. İnternet gazetesinin yazılı yabancı ülkelerde yapılan araştırmanın sonucundan çıkan şu: ‘maço erkek sevdası’ndan hanımlar vazgeçiyor. Şöyleymiş : “ … Yapılan son araştırmalara göre kadınların maço erkeklere olan ilgisi sona ermek üzere. Bir zamanların en ilgi çeken özelliği olan "maçoluk" artık eskisi kadar da popüler değil. Efemine erkeklerin giderek kadınların gözdesi haline gelmesi de bu durumun en büyük kanıtı…Avusturalyalı araştırmacılar "Artan ekonomik kaygılar ve sıkıntılı zamanlar sebebiyle, zor günlerde sakin kalma isteği kadınları sakin erkeklere yönlendiriyor" derken, sağlık açısından kaygılı olan kadınların ise "maço" diye tabir edilen sert, maskülen erkeklere yöneldiğini söyledi. Bunun sebebi ise maskülenliğin, sağlıklı genlerin işareti olarak görülmesi.”
Alışamadım gitti!
Biçimiyle her çeşidi olmasına rağmen alışamadım. Modern biçimli şu çenede yığılmışları, yüzün üçte ikisini kaplayan yuvarlak biçimlileri, çeneden aşağılara kadar seyrelerek sarkmışlıları, düzenli şekil verildiği halde fırsat bulamamaktan birkaç gündür serbest kalmış hissi veren ‘kirli’ sıfatlı olanları… bu kadar çeşitliliğe rağmen alışamadım gitti. “Sebebi, görsel alışkanlık seninkisinin” deseniz “tam doğru değil” derim. En sevdiğinize “şu yüzündeki fazlalıklardan kurtulsan daha iyi olmaz mı” dersiniz-elbet daha ince sözlerle- isteğiniz yerine getirildiğinde bir de bakarsınız ki bu yeni halini yadırgıyorsunuz. Sizin alışkanlıklarınızı- dolayısıyla tercihlerinizi- bilmem ama ben görselde sevdiğime sakalı yakıştırsam bile yanıbaşımda bir sakallının oluşundan hoşnutsuz oluyorum(!) Benim için ister usturayla olsun ister elektrikli traş makinasıyla olsun ister ‘kullan at’ veya ‘daha uzun kullan öyle at’ tıraş bıçağı olsun tıraş, her haliyle erkeği daha bakımlı gösteriyor.
Reklamların cıngıllarındaki sözler!
Dedim ya, bu ‘tıraş’ konusu, pek bir güldüğüm ‘o buzdolaplı’ yeni tıraş reklamı yüzünden aklıma takıldı. Çocukluğumdaki o reklamların cıngıllarını ise kolaylıkla hatırlayabilmemi, Latife Tekin’in memleketi,‘şairlerinin yüzde sekseni reklam ajanslarında yazarlık yapan’ bir memleket oluşuna bağlarsak hele de yetmişler ve seksenlerde şairlerin ancak reklamcılıkla para kazanabildiklerini hesaba katarsak o yılların reklamlarındaki sözlerin bugüne, melodisiyle kalışına şaşmamalı. Acaba reklam sektöründe çalışan şairlerin sayısı, azaldığı için mi şimdiki reklam sözlerinin ezberlenirliği düşük veya zor. Veya artık şairler mi azaldı?
26 Haziran 2011
Kader bu, bizi birbirimize bağlayan
ne kadar inkar edildiğinin bi önemi yok..
Her ne zaman duyarsan
bir gitarın ağladığını
işte o zaman kayboluruz
gözyaşı dökmek arzusuyla..

kıyıdan denize açılanlar, kaderine yol alanlar; günlerce, aylarca geride bıraktıkları insanlara, bir veda sözünü emanet edenler; pusulalarını martılara, albatroslara kesiştiren denizciler, bir kimseye bir yere bir türlü bağlanamayan duygularını, denizin dibine çıpaladıklarında kıyıda kalanlardan hangi kadının yüreğinde bir yara açmış olur?
yüreciklerini, deniz suyuyla yıkamış kadınlar, haşin denizi kendisine dost edinmiş sevdiklerini, kocalarını, oğullarını denize yenilmeden dönebilsinler diye öfkesiz, yalvaran ağıtlar yakarlarmış.Fado denilen, kader olarak çevrilen şarkılar, işte bu ağıtlara örnek gösterilir.
"O günlerde zor bir aşkın son perdesini yaşıyordum. Sahneden indikten sonra gitaristim geldi. 'Misia' dedi. 'Bir daha lütfen böyle şarkı söyleme, yoksa sahnede düşüp öleceğim. Kaldıramayacağım kadar ağır geliyor. Evinde söyle, ama n'olur sahnede bu kadar içten söyleme.' Konserlerde genellikle şarkılar arasında konuşur, küçük espriler yaparım. Şarkı sözlerinin sadece metafor olduğunu söylerim. Çünkü bazen gerçekten insanlara ağır geliyor."
Fadocu Misia, onu dinleyenler üzerindeki etkisine böyle bir örnek veriyor. fado için Misia diyorki: " Fado hayatımı kurtardı. Altı yıl önce çok zor günler yaşadım. Hayatın kıyısına kadar geldim. O zor günleri fado söyleyerek aştım. Yoksa psikiyatra gitmem gerekecekti...Fado ruhu iyileştiren, tedavi eden bir atmosfer oluşturur. Dinleyenlerin, konserden duygu yoğunluğuyla, arınma duygusuyla ayrıldığını sanıyorum."

Fado tarzına dair ise: "Hayata mizah duygusuyla yaklaşıyorum. İyimserim. Karamsarın iyimserliği bu. Bazen bir soytarı, bazen ermiş gibi hissediyorum kendimi. Gerçek kimliğim sahnede ortaya çıkıyor. Yoğun, nostaljik, meydan okuyan, aşık, yenik, kırgın... Bu duygular, dil farkına rağmen diğer kültürlerde de karşılığını buluyor." diyor.
Hep hüzünlü varsayılan Fadolar için başka bir itirafta bulunuyor Misia : " İlk cd, neşeli şarkılardan oluşuyordu. Sonuncunun( "Garras Dos Sentidos) içeriği nedeniyle neşeli olması imkansızdı. Aşka gelince, "merhaba" sözcüğü aynı zamanda "elveda"yı barındırır içinde. Ayrılık aşkın parçasıdır. Her şey yolunda gitse bile ölüm ayırır. O yüzden aşka hiç bitmeyecekmiş gibi yaklaşmamak gerekir. Hem biraz önce söyledim ya, iyi fado için yüreğinizde hep biraz acı barınmalıdır."
Üzüntüm o kadar kırılgan ki,
acımın dinmesine izin verirsem
ızdırabım daha da artacak
ama şarkım daha az üzgün olacak
ey ülkemin insanları...

Fadoyu uluslararası alana 1950'lerde taşıyan Amalia Rodriguezdi. Diktatör Salazar'ın Portekizi yönetme formülündeki üç F'den (Fado, Futbol, Fiesta)biri olan Fadoyu kimileri ikiye kimileri üçe ayırıyor. Misia ikiye ayırıyor şöylece:
" Üniversite kenti Coimpra'dan adını alan türde(üniversite fadosu) solist erkektir, öğrenciler ve akademisyenler söyler. Trubador'lardan (Ortaçağ gezgin ozanları) kaynak aldıkları sanılıyor. Lizbon Fadosu ise liman meyhanelerinde, genelevlerde doğmuş. İsimleri Latince "fatum"dan (kader) kaynaklansa da kökenleri, üslupları farklı. Lizbon Fadosu naiftir. Bazen ahlaki değerlere meydan okur... Devrimden sonra fado dendiğinde, sadece diktatör Salazar'ın şarkıları hatırlanırdı. Yüzyılın başında anarşistlerin söylediği fadoları unuttu herkes. Buna çok kızdığım için bir dönem anarşist fadoları da repertuarıma almıştım. Fado tarihsel süreçte toplumsal yapıyı yansıtıyor. Evet, Salazar döneminde zorla 'Küçük ve yoksul bir ülkeyiz, ama çok mutluyuz' şarkıları yazdırılmış, söylenmiş. Ama ben farklı perspektiften bakıyorum hayata. Eski şarkılarda erkekler için 'Çok çapkındır, beni döver, ama yine de sonsuz aşkla bağlıyım ona' denirmiş. Ben meydan okuyorum. 'Günün birinde benim olacaksın' diyorum".
Ey benim ülkemin insanları
şimdi anladım,
taşıdığım bu hüznü
senden aldığımı..
Ey ülkemin insanları
Şimdi anladım
taşıdığım bu acının
senin için olduğunu..

Flamenko şarkıları da söyleyen; sevdiğim şarkıcı Yasmin Levy, yaşanılan acıların şarkılarını söylemeyi neden tercih ettiğini açıklarken Misia ile benzer şeyleri anlatmış olmuyor mu?
"Modern müzikten pek hoşlanmam, çünkü ben her zaman üzüntülü müziklerin peşindeyim. Yıllar boyunca hayatta kalmış müzikleri seviyorum. Benim ruhum yaşlı olduğu için hüzünlü şarkılarda kendimi buluyorum. İçimin en derinlerinde büyük üzüntüler olduğu için, bu tarz müziklerden hoşlanıyorum. Hüzünlü şeyler, benim müzikal anlamdaki motivasyonumdur. Mutlu şeyler hakkında pek söz yazmak istemem. Bu yüzden sahneye çıktığım zaman üstümde belli bir melankoli olmalı. Konserimde çıkıp sahnede zıplayamam ben. Dertlerimi ya da dertlerimizi dile getirmeliyim.''
Not: Misia'nın sözleri Şubat 1998 Aktüel Dergisi'nde yayınlanmış söyleşidendir.
14 Mayıs 2011
Yok Böyle Bir Yağmur!...

Yok böyle bir yağmur. Ha babam yağıyor. Durması yok; durağı yok; yorgunluğu yok; rüzgarı az, kasveti çok; damla damla, telaşsız, bütün sıkıntısını, zehir gibi şehre boşaltıyor. Şehrin bir tarafında genç bir kız kaybolmuş; hiçbir yerden haber alınamıyor. Ailesi perperişan. Şehrin başka bir tarafında en zor dönemlerinde, hastalığında yanı başında olan adamla, başka bir şehire yerleşmek; onunla evlenmek; oğlu ve evleneceği adamla beraber mutlu bir hayata geçerek, dağınık hayatını terk etme hazırlığındaki kadın dedektif, aynı yağmurla eşyalarını toplarken tereddütler içinde. Çünkü onun hayatında işi hep ailesinden önce gelmiş. Kaybolan, öldürülen genç kızların izini bulamamak, katillerinin peşine düşememek ona hep başarısızlık hissi vermiş. Sakin tavırları, keskin mantığı, kolay kolay demoralize olmayışı onu, haklı bir başarının sahibi yapmış. Ah bir de şu yağmur olmasa belki başka şehre yerleşmesi kolay olacak tereddütleri azalacak. Ya şehrin diğer tarafında kaybolmuş muhtemel bir ölümle cesedinin ve katilinin bulunmasını bekleyen liseli kız, ona ne olacak? Tereddütler boşa değil. Yeni bir hayat kurmak ne kadar cazipse, dağınık da olsa yerleşik alışkanlıkları barındıran bir hayat diğer tarafta o kadar ağırlığını koymakta. Boşa değil başka şehre yerleşmek için alınan uçak biletlerinin tarih ertelenmesi, boşa değil düğün tarihindeki değişikler.

“The Killing” in başrolünde yağmur da var. Cast’ı belirlerken onu unutmamışlar. Onun, oyunculuğuna, bolca kasvet, zaman zaman gerilim kattığını düşünmekle castı hazırlayanlar iyi hesap yapmışlar. Başrol yağmurda ama diğer oyuncular ondan aşağı kalmıyor. The Killing dizisinin oyuncusu Mireille Enos (dedektif Sarah Linden) sakin ve sade bir oyunculukla karşımızda. Sesiyle oyunculuğu nasıl örtüşüyor. Benim gibi sese ayrı bir değer veren birinin etkilenmemesi mümkün değil. Bu dizide bütün oyuncuların sesleri etkileyici. Kadın dedektifin, başka şehre gitmesiyle boşalacak koltuğu doldurması için narkotik şubeden atanmış dedektif beyi ise Joel Kinnaman’ın canlandırmakta. Onun da sesinin ‘şarm’ı (charme) ayrı. Dizi hikayesinde, Seattle’da belediye başkanlığı seçimlerinin kıyasıya geçtiği döneme denk gelen liseli kızın kayboluşu, her iki belediye başkanı adayını da zor duruma sokması, paralel başka bir hikayenin yürümesini sağlıyor. Hatta o belediye başkan adayları dizi hikayesinde, liseli kızı, seçimlerinin baş konusu yapmakta geri durmuyorlar. İşte, ‘politika ve seçimler’ ne kadar acımasızdır bir polisiye dizide bile bunu görmek mümkün. Haberlerde seçim reklamlarında kaybolan kızlarının görüntüsünü görmek aile için ne ızdırap vericidir. O ızdırap içindeki aileyi yani kaybolan liseli kız Rosie Larsen’ın anne ve babasını Michelle Forbes, Brent Sexton canlandırmakta.

Mireille Enos (dedektif Sarah Linden)

Joel Kinnaman ve Mireille Enos
Bu dizinin görüntüleri, müzikleri, dizinin kasvetine rağmen etkiliyor. Her şeyi sade, basit ama etkileyici. Büyük, atraksiyonlu takip sahneleri, ters dönen arabalar, sürekli birbirine çevrilmiş silahlar, bolca kan yok bu polisiyede. Üstelik bu dizinin sanat yönetmeni, oyuncuları giydirmekte pek bir sorun yaşamıyordur. Herkes gibi görünen, sıradan insanların hayatında, her şey ne kadar sade ise bu dizinin karakterlerinin de giyim kuşamı, o kadar sade. Başroldeki kadın dedektif, alıştığımız polisiye dizilerdeki gibi botoklu dudaklarla, balyajlı saçlarla, dar ceket-pantolon takımlarla karşımızda değil. Boğazlı bir kazak ve blue jean neredeyse yegane gardrobu. Bey dedektifimizin gardobu da farklı durumda değil.

Michelle Forbes ve Brent Sexton( kaybolan kız Rosie Larsen’ın anne ve babası rolündeler)
Kaybolan( ve aslında öldürülmüş) liseli kızın katilinin bulunması bütün bir sezon boyunca işleniyor. Yani her bölümde farklı bir cinayet yok. Alıştığımız polisiyeler gibi değil anlayacağınız. İlerleyen bölümlerde yeni bir oyuncu eklenmeden; başından beri seyirci olarak şüphelendikleriniz eksilmeden dizinin son bölümüne kadar aynı kalacak. Bütün bölümlerde tek bir cinayetin şüphelileri hep aynı isimler, yüzler; fakat bir bölümde en az iki defa fikir oynaması yaşayıp: “hayır filanca olamaz bu olmalı katil” derken, bölüm sonuna doğru fikrinizi değiştirecek yeni ip uçları, yeni sorularla bir başka şüpheli için “yok eminim katil, bu” diyorsunuz.

Abartı yok bu dizide; ihtişamlı, haddini bilmez, gerçek hayattan kopuk, maceracı hayatlar yok. Sadeliğin ve sakinliğin içinde merak uyandıran bir gerilim yaratılmış bu dizinin senaryosunda, çekiminde, montajında.
Belki şaşıracaksınız bu dizi, Danimarka yapımı “Forbrydelsen” dizisinin Amerikan uyarlaması imiş. Amerikalılar demek ki istedikleri zaman az atraksiyona rağmen gerilimi yerinde polisiyeler de yapabiliyorlarmış (!!)
Tavsiye edilir: “The Killing” izlenmelidir!
Not: Hikaye Seattle’da geçiyor fakat dizinin çekimleri Kanada Vancouver'da yapılıyormuş. Bu bilgi, onca yağmuru, karanlık bulutları ve kasveti açıklıyor.
Kim sorarsa dağ bizdedir!

Bir cümle vebal bizdedir!
Her dağın ayrı bir türküsü var mıdır? Bence vardır! Ezgisiyle sis bulutuna yaslanmış sarp kayalık dağların veya rüzgarla titreyip salınan yeşilliğiyle “buradayım!” diyen o kocaman yürekli dağların, yeri yöresi neresiyse, her doruğuna, kader gibi yazılmış türküleri olmalı. O kocaman yüreklerinde gizliden vuran ‘düm düm ta, düm tatata’ davulu duymalısınız, başka bir dağın saz telini veya kemençenin namelerinde o türkülerin hikayeleri, kendilerini anlatmalı. Bir dağın yüreğinden velvelesiyle: “..Kalbime ateş düştü/İçinde yar da yandı/Su serptim ateş sönsün/Serptiğim su da yandı…” sözlerini veya gümbür gümbür yürek çarpıntısıyla “…Arı vardır uçup gezer/Teni tenden seçip gezer/Canan bizden kaçıp gezer/Arı biziz bal bizdedir…” sözlerini duymalısınız! Kemençeyle duyacağınız şu sözlerle “…bin dokuz yüz yetmiş dokuz senesi/yazık genç yaşıma ona yanarım/kapıda asmalı elmanın dalı/üzüm toplayamaz kuvvetsiz kolu/nasip idim İzmir topraklarına/ağla anneciğim, unutma beni/unutma beni!...” sızlanmalısınız.
Edep, Erkan, Yol Bizdedir!
Kestane ağaçları salınarak devr-i hindi usûlünde velvelesiz “düm tek tek düm tek” ritmiyle yürek vurduğu Karadeniz dağlarının bir tepesine tırmandık geçenlerde. Kimi yerlerde fındık ağaçları bir ağaç boyuna erişmiş; karşı tepeyi sarmış sise karşı, dimdik; rüzgara rağmen eğilmemeye bükülmemeye çabalıyordu. Karadeniz Yalıköy’ünün yukarılarında, dağın tepesindeki Kutluca köyündeydik. Kutluca köyünde kısa bir süreliğine misafir olduğumuz evin sahipleri “ bu yıl soba, haziran ortasında kalkacak gibi ” dedi, elbet kendine has şivesiyle. Yollar bir zaman asfalt yapılmış fakat kışın sertliğine, asfaltın dayanması mümkün değil. zamanla çatlamış asfaltlı yol, yarı taşlı yola dönmüş. Dağın tepesine, arabayla çıkarken keskin virajlar insani ürkütmüyor değildi. Fakat Küre dağlarına alışkın biri olarak o virajları özlemiştim.
Hoynat adasının sahipleri martılardı. Deniz kenarında nadiren gördüğüm karabataklarsa, İstanbul Kadıköy veya kanlıca koyu çağrışımıyla bana sürpriz yapıyorlardı. Ordu’ya giden yolda Yason burnundaki Yason kilisesine giden yön tabelası, başka bir durak noktasını gösterir gibiydi. Rivayet oymuş ki Yason ismi, Gürcistan'da altın postu aramaya giden ve boğazdan geçerken siren kayalıklarıyla karşılaşan, Jason adlı yunan mitolojisi kahramanından geliyormuş.
Hayırdır! Bu dilime dolanan türküler..
Her yolculuğumun dönüşü hep bir telaşlı geçer ya! Doktorumun şart koştuğu istirahat dönemimde yaptığım bu yolculuk yorgunluktan çok bana dinç bir hal getirdi. Özlediğim Karadeniz kıyılarından sonra hayalini kurduğum diğer yolculuklara kimbilir ne zaman çıkabileceğim? Dönüş yolumda o hayallere nedense kulağımda davul çağrışımlı birkaç mısra eşlik ediyordu: “Rüzgâr deme buluttur, bulut deme dumandır./Vur, ha vur, vur davul gök yerinden kaymalı/Hodri meydan! Vakit tamam, peşrev tamamdır/Ha deyince kaldırıp kaldırıp yere vurmalı...”
Sonra ‘hodri meydan’lı bu şiir çağrışımının nedenini düşündüm. Buldum da çünküsünü. Çünküsünü, bu şiirin sahibi şairimizin, yazılış hikayesiyle birlikte başka bir şiiri kulağıma çalındığında anladım. O şiirin yazılış hikayesi şöyle değil miydi?
‘'12 Mart sonrasının kahır günleriydi.
Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz'lere kıymışlardı. Karşıyaka'dan İzmir'e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı... Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra... Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm: ‘Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı/ Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı/ Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı/ Gittiler akşam olmadan ortalık karardı..’ “
Anlaşılan boşuna değildi gördüğüm dağlarla türlü türlü türküleri mırıldanmam ve boşuna değildi kuzey kıyılarında güneşten ışık yontanları hatırlamam ve elbet garip değildi 72’deki ‘asıldılar’ gazete başlığını hatırlamam. Yine nedense kuzey kıyılarından İstanbul’a dönerken uykuya dalmadan önce, güneyimizdeki Kerkük türküsü az evvelki mısraları tamamlayarak kulağıma yerleşti: “Baba bugün dağlar başı dolu kar/Benzim sarı hulkum dar/Her gelen benzim sorar/Bilmez kalbimde ne var/Aman aman aman elinden/Digel otur o güzel boyuna/Ben de ölüm..”
Not : sanılmasn ki yolculuk bittiğinde kasvetler içindeydim. evime dinlenmiş bir beyinle hafiflemiş bir ruh haliyle döndüm. arada bir kısa da olsa kaçamak yolculuklar yapmak lazımmış . doktorun yasaklarına rağmen!!
Temmuzda Gökçeada

Temmuzda Gökçeada'da bir şenlik varmış. Bu haberi galata ritim atölyesi veriyor.Anlaşılan, 9-24 temmuz tarihleri arasında ritim tutacak gökçeadanın bir yanı. hem de Uğurlu'nun biraz ötesinde. Uğurlu, Gökçeada'nın Kefalos plajının kalabalığından kaçanların tercih ettiği başka bir doğal plaj.
Uğurlu'nun kıyısındaki çakıllar, taşlar denizin dibine kadar uzanır. Deniz pırıl pırıldır, ayna gibidir öyleki dibindeki taşları görürsünüz. Bu taraftaki kıyıda serincedir deniz ama yazın sıcağında öyle iyi gelir ki sıkça denize girersiniz.
Uğurlu'nun alçak tepelerindeki kekik çalılılarının amansız keçileri, siz kıyıda güneşlenirken tepenizde belirebilir. Siz kim bana gölge yapıyor diye gözünüzü açtığınızda, o tuhaf gözbebekleriyle keçinin sarı-kahve gözleriyle karşılaşıp ürkebilirsiniz. Ürkmeyin onlar yazın kuruyan çalılardan bıkıp kıyıdaki olası yiyecekler için dolanmaktadır. Keçilerin misafirliği bitince rahatlar bir daha denize girip yanınıza aldığınız atıştırılacakları çıkartırsınız. Sakin denize karşı, krik-kraklarınızı keyifle atıştırırken, sessizce yanınıza gelen, elinizdeki atıştırılacaklara gagasıyla sessizce ortak çıkan hindilerse, elindekilere onları ortak etmezseniz aranızda yenileceğiniz bir mücadeleye hazır olduklarını gösterir bir haldedirler. Dik duruşları ve gagalarıyla elinizdeki atıştırılacak hedefe anlık saldırıları, aranızda geçecek olası mücade için meydan okuyuştur. Tavsiyem yiyeceklerinize, ucundan ucundan onları ortak etmektir.
Uğurlu limanından sonra plaja doğru ilerleyen yol ciddi ciddi daralır; iki arabanın yan yana geçişi zorlaşır. Yol tepede ilerlediği için bir süre, çok aşağılarda kalan denize, kuşbakışı bakmak yüreğinizi hoplatabilir. Fakat kıyıya indiğinizde geldiğiniz yol herşeye değer.
işte orada bir yerde; saklı limanda, bu ritim ve sanat kampı gerçekten cezbedici. Üstelik Mısırlı Ahmet'in ritimleriyle. Ne de olsa temmuzun ritmi başkadır.
16 Şubat 2011

Sevdiği şarkıları bir kasede kaydetti. Verdiği karar, ona göre bir cesaret göstergesiydi. Ailesinin özellikle annesinin baskısı, bu kararında etkili oldu. Kızı için hedefleri, hep en yükseklerde tutan anne, başarıyı etiketleyenlerdendi. İsmi büyük bir üniversite, kendileri gibi maddi geniş bir ailenin oğluyla iyi bir evlilik, yüksek mevkili bir iş, Avrupalara sık seyahatler… Böyle olmalıydı biricik kızı Yaseminin hayatı. Bu hedefleri belirlerken kızına sormuş muydu? Kızı yasemin, kendisine sorulduğunu hiç hatırlamıyordu. Yasemin, kendisine en doğru gelen kararı verdi. Kasedi yanına alıp; arada görüştüğü o yaşlı şairle görüşmeye gitti. Uzun uzun konuştu, şiirlerini sevdiği şairle. Ayrılırken kasedi verdi, şaire. Yaşlı şair o an için kasedin ne anlama geldiğini anlayamadı. Ta ki eve varana kadar. Seçilmiş şarkılar neşeli şarkılardan oluşturulmuştu ama Yasemin’in kasedi vermesinde bir gariplik vardı. Hissetmişti yaşlı şair: bu kız kötü bir şeye kendini hazırlıyordu.

İki gün sonra o yaşlı şair gazetelerde Yaseminin haberini okuyacaktı. sonraları, Yasemin’in arkadaşlarından detayları öğrenecekti: “…18 yaşında olduğu tespit edilen Yasemin K. kesin ölümle sonuçlanacak bir şekilde Boğaziçi Köprüsü'nden atladı. Balıkçıların bulunduğu yere düşen Yasemin kurtuldu, kaburga kemiklerinde kırıkların olduğu tespit edilen yasemini üstündeki montun paraşüt görevi görmesi kurtardı…” Üniversite imtihanlarına hazırlanan lise öğrencisi Yasemin’in, anne ve babası on yıl önce ayrılmış. Tek korkusu, üniversiteyi kazanamamak. Bu korkusunu ölümle yenmeye çalışırken, balıkçıların yardımıyla… Haberin detaylarını alan yaşlı şair, o genç kızı fikrinden vazgeçirmek için neden bir şey yapamadığını düşündü.

Yaşlı şair düşündü: bu intihar hazırlığına değil ama sonrasına daha önce şahit olmuştu. Yıllar yıllar öncesinde hayatına giren kadınlardan iki tanesi intihara kalkışmıştı. Biri Yeşilçamın parlak dönemlerindeydi. Diğeri Ankara’daki yaşantıdan sonra yerleştiği yorgun İstanbul yıllarındaydı. Onların intiharlarını düşündü. Onlar intihara öyle bir hazırlanıyorlardı ki; hem birilerine intihar edecekleri haberini veriyorlar ve hem de nasılsa haber verdikleri tarafından kurtulabiliyorlardı. Hem ikisinin intihar girişimleri bir defa da kalmıyor hayat onları sıkıştırdı mı intihara sığınarak; hayatı, ilişkileri yola koymaya çalışıyorlardı. Bir yerden sonra, çaresiz kaldıkları her an, intihar girişimi onlarda alışkanlık halini almıştı. Ancak bu kızcağız çok küçüktü ve niyeti gerçekten intihar etmekti. Kör bir gençlik cesaretiyle intiharı, meydan okumaya sayıyordu üstelik. Halbuki intihar etmek yaşlı şaire göre korkaklıktı. Keşke bunu daha önce o küçük Yasemine anlatmış olsaydı. Neyse ki kurtulmuştu. “Fakat” dedi yaşlı şair kendi kendine, “bir kere intihara girişen bunu hayatında tekrarlar” . Daha önce görmüştü, böyle oluyordu.
Yasemin tekrar üniversiteye hazırlandı. İstanbul dışında bir üniversiteyi kazandı. Eskisinden daha çok gülüyor, hayatın tadını çıkarmaya uğraşıyordu. Bunu da gördü o yaşlı şair. Arada Yaseminin arkadaşlarından onunla ilgili haberleri aldıkça: “Umarım o korkaklığı bir daha tekrarlamaz” temennisinde bulundu, sessizce.
Sakın, Yapma Sinead! Sakın, Yapma!...

Ünlü şarkıcının Twitter mesajı hayranlarını şoke etti...
Senelerdir manik depresyonla mücadele eden ve bipolar bozukluk teşhisi koyulan şarkıcı Sinéad O’Connor, anne olmakla başa çıkamadığını söyledi.
Sosyal paylaşım sitesi Twitter’a ölmek istediğini yazan şarkıcı,Irish Mail gazetesine problemlerini anlattı.'Nothing Compares To You' şarkısıyla ünlenen İrlandalı şarkıcı altı yaşındaki oğlu Shane'e bakamadığını söyleyerek, "Sosyal hizmetler müdahale ederse oğlumu verebilirim" dedi.
Bundan 10 sene önce intihara kalkışan O’Connor, tecrübesine atıfta bulunarak “Bu bir insanın yapabileceği en bencil hareket. Arkada bırakacağınız insanlara çektirdiğiniz acının haddi hesabı yok” dedi. Geçtiğimiz gün Twitter’da yazdığı cümleyi içindeki hüsranı açığa vurup rahatlamak için olduğunu söyledi: “Birçok insanın aklından ölüm geçiyor. Bundan utanmamak lazım” dedi. 10 sene önceki intihar teşebbüsü sonrasında çocuklarından birinin sosyal hizmetler tarafından alınması gündeme gelmişti.
Bu bir haber. Sesine hayran olduğum bir şarkıcıya dair son haber. Sinead O’connor’ın onca protest tavrından sonra, bu sözlerini ve intihar niyetini yadırgadım ve yargıladım. Kimileri yaşam mücadelesi verirken intihar etmek lüksünü, ‘ölüme meydan okumak’a yoranlar arkada bırakacaklarını düşünmeyerek bencillik etmiyorlar mı?
Ne dersiniz, hayata meydan okumak mı, cesaret istiyor; ölüme meydan okumak mı?