15 Ağustos 2011



KEYFEKEDER RÜZGAR
Üstüme serpilip, dökülen bu koku hiç hesapta yoktu. Güneşin öğle sonrası sıcağında gölgeliğe sığınarak uzanmış; kafamdaki her fikri def eden, denizin rahatlatıcı küçük dalga sesiyle gevşemiş, her zamanki esintiyi bekleşe duruyordum. Derken, bütün sinirleri uyandıran bu rayiha. Zeytin ağacının kekiğe karışmış kokusu, vücudun denklemini alt üst ediyor. Beklenilen sakin bir esinti yerine esiveren bu rayihalı rüzgar hem sinirleri ayağa kaldırıp zindelik veriyor hem rahatlatıyor. Vücudum miskinliğinden sıyrılıyor. sanki uzun bir spordan sonra yorgun fakat zindeymişim gibi bir çırpıda bütün bir adayı dolanma enerjisi serpilmiş üstüme. Rayihalı bu rüzgarı bekleyen var mıydı? Gerçi rüzgar bu! Beklenilenle değil canı ne isterse onunla gelir!
Keyfekeder bu rüzgar, adada sürekli dolanır. Bazen saatli bazen saatsiz, bazen lodos bazen poyraz. İkisi de fırtınaya dönüştü mü bu adanın anakarayla bağlantısı kesilir. Zordur aslında, ada yaşantısı. Hem kendi içine kapalıdır hem de dışa açık olmalıdır. Hem tehlikelere açıktır; ondan kendi içine kapanır, hem de dışarıdaki gündelik yaşamın temposuna uyabilmek veya ticaret için dışarıyla temas, zorunludur.




Sularla çevrili bu kara parçasının, anakarayla ‘düzenli teması’ yaz aylarındadır; onun dışındaki temasına ‘olabildiğince düzenli’ diyelim. Şimdilerdeki ulaşımdan şikayet edenler varmış; siz eski halini bilmiyorsunuz demek. Haftada birkaç sefer yapılabiliyordu, şimdi günün belli saatlerinde seferler yapılabiliyor. Hatta havalanı yapıldı, Gökçeadalılar, çok mutlular ancak kış vakti uçak seferlerinin talep azlığından dolayı 'iptal edilir', endişesini taşıyorlar. Haklı bir endişe elbet.



İşte uğurlu deniz kıyısının başıboş keçisi, rüzgarın getirdiği kekik kokusunu, o da almış belli ki. Bu defa grupla değil pek bir 'tek başınalık'haliyle dolanıyor plajda. Didiklenecek ağaç yaprakları ve kurumuş çalılardan medet bulamayınca tek ümidi plajda atıştırılacak bir şeyler bulmak. Plajın günlük konar-göçer insanları yemek arayışına yardımcı oluyor arada.



Rüzgarlı adanın iki büyük barajı (bir de miniği var) sadece suda yaşayanlara değil karada yaşayanlara da hayat sunuyor.



Ada Alerjisi

İşte bunu duyan pek olmamıştır. Adada uzun süre vakit geçirenlerin başına gelebilir. Gelebilir diyorum çünkü herkes bu alerjiye yakalanmıyor. Mayısın sonu ile ağustosun ilk yarısına kadar süren özel bir alerji. Zeytin ve incir ağaçlarının çiçek açmasıyla oluştuğundan bahsediliyor. Bu alerjiyi ilk gören geçici süreli görevli doktorun ilk tespiti ise beni pek bir güldürmüştü: “bu, uyuzu, işaret ediyor”. Komik çünkü uyuz filan değil, evet uyuz gibi tatlı kaşınıyor ve vücudun en sıcak yerlerinde ilk baş gösteriyor! Başlangıçta küçük sivrisinek ısırığı gibiyken fındık büyüklüğüne erişebiliyor. Fakat uyuz değil, birden başlıyor ve adadan ayrılınca geçiyor. Hem herkeste görülmüyor hem de temasla geçmiyor. ‘Ada Alerjisi’ seçici demek, yanlış olmaz sanırım!



Ağustos böcekleri ege bölgesine has, daimi mesailerine, burada da devam ediyorlar. Ağustos böceklerinin sadece yaz aylarında yaşayıp ilk yağmurlarla patlayarak(!) öldüklerini öğrendiğimden beri o tek düze senfonilerine sabır göstermek gerektiğini düşünüyorum.

 Kefalos’un kalabalığını görünce bir kaçış yeri daha bulduk: Kapıkaya plajı. Uğurlu’dan da sakin bu plaj. İki yol var buraya geliş için. Biri kefalos’un devamı olarak bütün bir kıyı boyunca devam etmelisiniz. İkinci yol adanın merkezinden Şahinkaya -Dereköy istikametine devam edin; büyük kaya dağlarının arasından geçin, sizi plaja varacak bir yol karşılayacak. Kapıkaya ismi iki kayalık dağın bir kapı gibi kıyıya varışta set görevi görmesinden gelmeli. İki kaya dağın arasından geçen yolun sonunda sakin denize varmak hoş!



Adaya deniz yoluyla gidiyor veya dönüyorsanız; arabalı feribotta, eli açık seyircilerin doyurduğu martıların, arabalının bıraktığı köpüklere eşlik ettiğini göreceksiniz. Meğer martılar ne hızlı uçarlar ve ne sıklıkla uçuş eksenlerini değiştirirlermiş. Bunu yeni öğrendim. Elimdeki basit dijital makinesiyle martıların hızını yakalamak çok zor oldu.



Keyif ehli rüzgarımız, şükür ki adadan ayrılırken bir fırtına koparmadı. Ada rüzgarı Kabatepe limanına yanaşırken bizi çam kokusuyla karşılayan Çanakkale’nin rüzgarına teslim etti.




13 Ağustos 2011

Acı Ay




ACI AY

Demiş miydim? Ben pek çikolata sevmem. Hele ki bitter! fazla kekremsi gelir bana. Kakaosu, ağzımı burar her denediğimde. ‘Bitter Moon’ filmi, Polanski’nin tuhaf bulduğum sinemasından bir film. Ancak ismi, (içinde bitter olmasına rağmen) kulağıma hep hoş gelir: Acı Ay. Acı ay dedim de, geçenlerde merak ettim yılda kaç defa ay tutulması yaşıyoruz acaba? Rastladığım cevaplar, sıklıkla, yılda iki defa tutulma olduğunu söyledi. En son dolunay zamanında, görünen tam ay tutulmasını 15 haziran’da yaşadık. Bendeki özel manasıyla dikkatimi verdiğim her yılın 15 haziranına farklı olarak, bu yıl başka anlamlar da yüklemeliymişim meğer. Bu yılki haziranın on beşinde, ay, önce gri puslu bir renkteydi, sonra kahve renginden bakıra yürüdü; en son bakıra çalarken, hafif kızılla sınırdaştı rengi. Yine de bu ayın kızıllığı, beş yıl önce gördüğüm İzmir Ilıcadaki kırmızı ay gibi değildi. Hele kızıllığı, Mordoğan-Karaburun yolundaki her koyda defalarca batan güneş kızılı ve onunla yarışa giren koyların ihtişamlı kırmızı ayı gibi hiç değildi.

Karaburun küçük, serbest bir ege kasabası. Kasaba ile deniz, aralarına hiç mesafe koymadan, dib dibe birbirlerine sığınarak kaynaşmışlar. Uzun yol katederek varılan egenin en ucundaki bu burunda, salaş balık lokantalarında balık ve şarap eşliğinde geçirilen bir öğlen vakti, kalabalıklaşan ve gün be gün gürültüsü artan ılıca’da vakit geçirmeyle karşılaştırılamaz. Lokanta, dediğime bakmayın; üstü kuru kamışlarla örtülü çardak havasında, sanki gölgeli bir çay bahçesi. Çardağın denize sıfır tarafında, dalgalar haşinleştiğinde olası su serpintisini engelleyen yarısı camdan yarısı ahşap bir set, abartısız insana denize açılan pencere hissini verir. Ancak masaya kurulup da saatler, keyif vaktini çaldığında elinizi uzatsanız parmaklarınızın değeceği deniz, pencereli sete rağmen camlarla oynaşarak size serinliği getirir. Denizi, kayalık ve her daim temiz Karaburun’un.

Böyle birkaç öğle vaktini hatırlıyorum. Hele ki bir hafta sonunda, akşam vakti, bize ne sürprizler yapmıştı. O hafta sonunun, insanı ağırlaştıran sıcak öğlen vaktinde, ‘sonbahar kaçakçısı’yla, Ilıca’nın kalabalığı ve müzik gürültüsünden kaçmışız, kendimizi Karaburun’un bu uzun sahilinde bulmuşuz. Taze balık ve şarap önümüzde; denizde balık avına çıkmış küçük tekneler. Hemen önümüzde salınan denizin kıyısındaki afacan oğlan çocukları küçük kayalardan denize atlaşıyorlar. Biraz ötelerinde, yetmişlerinde bir nine, sıcaktan bunalmış, üstünde günlük entarisi kıyıya yakın bir kayalığa oturmuş, sıcakla şişen ayaklarını sulara salmış serinlemeye çalışıyor. Onun deyimiyle ‘azıcık serinleyivermiş!’ ama yetmemiş ki bir süre sonra suya kendini bırakıyor. Bir yandan yüzüyor bir yandan kıyıda kendine seslenen hınzır gence cevap yetiştiriyordu, kelimeleri yuvarlayıveren aceleci ege şivesiyle. Sonbahar kaçakçısıyla gülüşüverdik hınzır gençle denizdeki teyzenin birbirlerine laf yetiştirmelerine.

Akşam serinliğini kaybetmeden, dönüş yoluna koyulduğumuzda hala güneş batmamıştı. Ve elbet arabayı kullanan biz değildik.






Kırmızı Ay’ın Acı Saltanatı

Batmakta olan güneş, incelip daralan tek arabalık yolda, her girdiğimiz koyların girintilerinde kayboluyor; koyun burnuna geldiğimizde aniden ve daha bir alacalı, giderek çizgilerini kaybetmiş, sıcakta eriyen çikolata gibi etrafındaki renklere bulanmış haliyle bizi buluyordu. Güneş bulandığı renkleri peşi sıra sürükleyerek yolumuz üzerindeki sıralanmış koylarda arabamızla yarışa giriyor, eridiği renkleri kaybetmeden hızını artırıyor, koy içlerinde pes etse de, denizle yolu ayıran yarların en ucunda bizi yakalıyordu. Kırmızı ay görünene kadar yol boyunca ‘koy oyunu’nu hızını kesmeden bizimle oynadı. Ay nazlı nazlı kırmızı ve ihtişamlı doğduğundan mıdır, güneşin renkleri gittikçe bulanıp artık tek renge sahip olamadığından mıdır bizimle yarışta hızını kesti. Ama hemen pes etmedi. Bir süre daha bizi, kırmızı ayın ihtişamına kaptırmak istemedi. Ayın kırmızı saltanatı gökyüzüne yerleşinceye kadar, her koyda koyulaşan, renklerini sürükleyerek denize saçan güneş, bizimle yarışta ısrar ediyordu. kırmızı ay, etrafını iyiden iyiye karanlık sardığında, hükümdarlığını, geç kalmış imbatla ilan edince, güneş, artık pes etti. Meydan, her koyun bitiminde bizi karşılayan, ağırbaşlı hükümdar kırmızı aya kalmıştır.

Ay Tutulması
Ay tutulması için derler ki bir dönüm noktasıdır, bir değişim dönüşüm zamanıdır (kurda dönüşen insanı kastedmiyorlardır umarım!). Alaca renklere bulanmış güneş ve yarıştığı ihtişamlı kırmızı ayın saltanat sırasını birbirlerine bırakmaları gibi zor zamanların yerini güzel günlere bırakmasını umut etmek bize çok mudur?



11 ağustos 2011


3 Ağustos 2011




Şaşıyorum şaşkınlara!

Şaşırıyorum şaşıranlara, şaşkınlara! Her dönemin bir yapıcıları, ön hazırlayıcıları yok mu? Sebepleri ekonomiktir, sosyolojiktir ancak tahmin edilemez değildir, bir sonraki bizleri bekleyen durak bellidir. Bir toplumun uğradığı (uğrayacağı) değişim bir anda mı gerçekleşir? Toplumun bir anda değiştiğini(değişiyor olduğunu) düşünmek, toplumun verdiği kararların neticesini anlamamak, onun seçimlerini ciddiye almamak; onu, önemsememek değil mi? “Biz, nasıl böyle olduk?”, “Biz, nasıl kutuplaştık?”, “Lütfen kutuplaşmayalım! sürekli değişen kutuplarla, kutbumu şaşırıyorum!” diyenler, ‘benmerkezci’ hayatlarının dışına çıkıp, etraflarındaki değişime en son ne zaman göz atmışlardır, meraktayım. Toplumun büyük bir kısmı ‘sizinle aynı fikirde değil’ diye, o seçimleri ve sonuçları nasıl önemsemezsiniz? Toplumun beğenisini, onayını alanların yaptıkları, yapacakları; sizin onayladıklarınız olmayabilir; ancak çoğunluk, neden ve tekrar neden ‘seçimini onaylamadıklarınızı’ seçmektedir, bunun üzerine düşünmek yerine toplumu toptan yargılamaksa zaten işin en kolayı değil midir? Şimdi en kolayından şaşıyor musunuz? İşte ben de buna şaşıyorum. Bizleri bekleyen durağın ismi üzerinde yazılı değil mi? Siz, o durakta ister inersiniz, ister yolunuza devam edersiniz; ancak toplum, sürüklenmek istediği yolun güzargahını çizmişse, o güzargah bir ring içinde bile olsa izleyeceği yol odur. Beğenmiyorsanız, topluma, onun beğeneceği, ayağına ters gelmeyeceği başka bir alternatif bir yol göstermeniz gerekir. Alternatif o yolun kendi yolu olacağına inanmışsa, ne kadar dolambaçlı ne kadar engebeli olduğuna bakmaz, gideceği güzergahı alternatif yolla belirleyecektir. Ancak hem onun aklına yatacak alternatif yol önermeyeceksiniz, hem de sürüklendiği güzergahı beğenmeyeceksiniz. Sahi siz kimsiniz? Siz hangi şaşkınsınız?

Bir zamanlar ucu size dokunmuyordu. Hatta vergi borçlarını vesile edip, diş kavukları bile aranmış adamlara maliye hesapları sorulurken belki içinizden bir “oh” bile çekiyor “başına gelenleri hak etmişti” diyordunuz. Bir zamandan da önceki bir zamanlarda hesap sorulan o adamlarla belki tatsız bir geçmişiniz vardı, ondan “oh” çekiyordunuz içli içli. Sorulan hesaplarda haklılık payı yok muydu? Aslına bakılırsa vardı. Ama bu işte ters olan, başka bir şeydi. Hesap sorulmanın başlandığı o zaman dilimi, yeni bir dönemin başladığı, sorulan mali hesaplarsa “geliyorum işte.. bekleyin!” iç sesinin kuvvetli ıslıklarıydı. O ıslıkları duymak istemediniz, hatta belki yanınızdakilerle o ıslığın melodisini siz de mırıldandınız. Ters gelen şey, o ıslıkların melodisiydi. Şimdi o ıslık, gökkubbeye varan büyük nidalara dönüştü; siz o nidalardan korkuyorsunuz. Halbuki yükselen nidalarla, o ıslıkların melodisi aynı. Şimdi neye şaşıyorsunuz? Neden şimdi size o melodi, yabancı geliyor, içinizi titretiyor? Şaşkınlığınıza şaşıyorum.

Şimdi kariyerleri boyunca yaptıkları işlerde (kalitesi yüksek bile olsa!) ‘suya sabuna dokunmamışlar’, “tam gaz gidiyordum duvara tosladım” diyor? Demek ki eskisi gibi, gül bahçesine savrulmayı umuyorlardı. Tam gaz diyerek ‘haksızlığa uğrayan’ların nişanını yakalarına takmaya çalışıyorlar. Diğer meslektaşları bilcümle alkışlarıyla “tam gaz” gittiğini sanıp “toslayan” arkadaşlarına nişanlarını takıyorlar. O meslektaşlarının sözlerinde, bolca şaşkınlık ifadeleri. Bu şaşkınlığa hepten şaşıyorum! Gazetecilikteki veya sükseli televizyonculuktaki mesleki reflekslerden bahsedenlerin bu basiretsizliklerine şaşıyorum. İçimden soruyorum ne bekliyordunuz?
ALIŞAMADIM GİTTİ!...



"Genciz biz, delikanlı!

Aktif, dinamik, heyecanlı!..”


Bu sözleri hatırlayabiliyor olmama şaşırıyorum. Çünkü bu sözler, bir zamanlar bir reklam cıngılındaki sözlerdi. Ne kadar başarılı ki bunca yıl sonra söylenişteki vurgusuyla bile hatırlayabiliyorum. Bir de plaja gittiğimde başka güneş yağlarının kokusuyla hatırladığım ‘eski bir güneş yağı’ reklamının melodisini ve sözlerini: “delial, deniz mevsiminde; delial, kızgın güneşte; delial, bronzlaşmak için ideal!” Seksenlerin sonuna denk gelen -benim ortaokul/lise dönemim- ülkenin tek televizyonu TRT’de yayınlanmış reklam cıngıllarının sözleri bunlar. Bir de sözü olmayan, tuhaf ünlemli seslenişi ve ‘muck’ sesli öpücükle güzel hanımların ve yakışıklı beylerin üstlerindeki dar streç jeanlerini gösterdiği Lee Cooper reklamını hatırlıyorum. Neydi onun ‘olmayan sözleri’: “uvvak uvvak.. muck muck muck. lee Cooper!” Bir zaman TRT bu reklamı yayınlamış; yanlış hatırlamıyorsam sonradan müstehcen bulup yayından kaldırmıştı. Fakat yayından kalkması, bu reklam cıngılının, o dönem için, oğlanların kızlara laf atma biçimine dönüşmesine engel olamamıştı. Müstehcen bulup yasak getirmek, demek ki gençliğe işlemiyor.




Nerden çıktı bu reklam cıngılı meselesi? Efendim bir süredir TV’de yayınlanan, erkekler için tıraş makinası (veya tıraş kremi) reklamı var. Her rastladığımda, bu reklama, elimde olmadan gülüyorum. Hangi reklama ve neden mi diyeceksiniz? İzlediğim reklamda, yakışıklı genç beyimiz(aynı zamanda evin direği genç bir babadır) baklavalı-bol kaslı vücuduyla göz dolduruyor. Fakat görseniz tıraş sonrası halini, pek bir acıyasınız gelir. Genç güzel karısı ve çocukları geniş mutfaklarında kahvaltı yapadururken; o yakışıklı baklavalı-bol kaslı vücutlu genç babamız, buzdolabını açarak başını buzluğa sokmuş, mutfaktaki kahvaltı yapan ailesini bile şaşırtmakta. Gel de gülme o görüntüye. Ya da aynı reklamın devamında, “tahrişe son” diyen ünlemli sesle, yakışıklı başka bir bey, büyük buz parçasına yüzünü dayayarak tıraş acısına son vermeye çalışıyor. Ve reklamın o ünlemli sesi, tüm erkeklere sesleniyor “yanmaya, tahrişe son!”. O görüntülerin ardından aklıma şu geliyor: noldu, eski “güçlü erkeklerin tıraş köpüğü” veya “adam gibi adamın tıraş bıçağı” ünlemli reklamlara? Anlaşılan güçlü adam imajı fiziken devam ediyor, ancak erkekler, artık tıraş olurken yüzlerindeki yanma, tahriş hissini itiraf mı etmek istiyorlar? Sahi aslında her gün tıraş olmak ne kadar yorucudur?




Her Allahın günü sabah gözünü açar açmaz, bir elde tıraş bıçağı, diğer elde traş köpüğü, muslukta ayarlanan ılık su, sabah telaşı içinde, yüzünü kesip biçmeden gri gölgeleri, birkaç saatliğine yok etmek gayreti, bir zaman sonra ne bezdirir adamı. Üstelik baksanıza, tıraş sonrası şikayetlerini artık dile getiriyorlar reklam aracılığıyla da olsa. Haklılar elbet. Ama bakımlı erkek imajı böyle gelmiş böyle gidiyor. Birkaç dakika süren tıraş için bir erkek ortalama ömrünün 3350 saatini yani 139 gününü harcıyormuş. Ve erkeklerin % 70'i ıslak tıraşı, tercih ediyormuş. Kuru tıraş nedir diyorsanız –ki ben ilk duyunca dedim- elektrikli tıraş makinasıyla yapılan tıraşmış efendim. Rastladığım bir blogda- blog tıraş ve parfümler üzerine- sık tıraş olan bir bey, kuru tıraşı, şöyle yorumluyor: “Tıraş makinesi. Su yok, sabun yok. Dolayısıyla nemlendirme, koruma da yok. Aksine yanma, tahriş, kuruma var. En kötüsü de herhangi bir keyif yok. Çalıştır, 10 dakika yüzünde giderek ısınan, gürültülü, rahatsızlık verici bir rendeyi gezdir ve tıraş olduğunu düşün. Hayat bu kadar tatsız olmamalı…Ancak gerçekler bu kadar tatlı değil. Elde edebileceğiniz en kötü ve tatsız tıraşı bu makineler sağlar. Kaçınız boyun altınızı bunlarla sinek kaydı yapabiliyorsunuz, eğer yapabiliyorsanız bunun için kaç dakika yüzünüzde gezdiriyorsunuz? Yaz sıcağında boynunuzda vızır vızır öten bir aleti 5 dakika sürtmek hoşunuza gidiyor mu? Bazı makineler ıslak, köpükle ya da jelle çalışabilse de bunlar ıslak tıraşın getirilerini sunmaktan çok uzak, boş taklitler yapan gereçler. Özetle kuru tıraşı bir daha anmamak üzere burada bırakıyoruz.O zaman ıslak tıraş; sulu, köpüklü olan bildiğimiz tıraş değil mi?”

Bu blog sahibi daha da öteye gidip farklı, gelenekselci ama okuyunca haklı bulunan fikirlerini sıralıyor: “Kaliteli tıraş, çeşitlilik, alınan keyif bunun getirileridir. Esası eskiye özlemdir. Marketten alacağınız paketlenmiş bir mach 3 ile 1850' den kalma antika bir usturanın elinize vereceği his, zihninizde yaratacağı düşünceler çok farklı olacaktır. O usturada birikmiş tarih, yaşanmışlıklar onu her elinize aldığınızda bir gizem olarak içinizi gıcıklayacaktır. Yüzünüzü sıcak köpükle kaplarken, dedenizin de aynı şekilde tıraş olmuş olduğunu bilmek bir tebessüm verecektir.Tabi bütün bunlar belirli bir yaşla gelecek. 20 yaşında birisi için bunlar çok derin konular olabilir ama olmayabilir de. Yaş attıkça kişisel gelişim ve karakter gelişiminiz de arttıkça eskiye olan özlem de artıyor. Bu da bakımlı, birikimli, görgülü, efendi bir insan olma isteği uyandırıyor ki, kaliteli ve has geleneksel tıraş ürünleri sizi buna bir nebze olsun yaklaştırıyorlar.”

Evet, bu arkadaş tıraş olmanın da bir keyif olduğundan bahsediyor. “en son askerde düzenli tıraş oluyordum. o vakitten beri ara ara tıraş olurum” diyenlerin veya her sabah tıraş olmaktan bezmiş o erkeklerin aksine anlatıyor tıraşı. Diyor ki “Neden benim için tıraş bir keyifken, size ızdırap geliyor? Hiç yöntemlerinizi düşündüğünüz mü? Kullandığınız ekipmanları gözden geçirdiniz mi? Babanız size temel tıraş bilgilerini öğretti mi? Düşününce eksiklikler yavaş yavaş ortaya çıkıyor değil mi? ..Günümüzde sosyal hayatın hayatımızdaki ufak zevklerden çalmasını bir yana bırakırsak, özünde erkek için tıraş, her zaman kişinin kendisiyle baş başa kaldığı, aklındakileri, düşünmeyi, dertlerini, tasalarını, üzüntülerini, sevinçlerini bırakıp o kısa süreç boyunca zihnini boşaltıp, adeta meditasyon yaparcasına kendini rahatlattığı bir eylem olmuştur. Tıraşın iki aşaması vardır, birincisi zorunlu olan sakallardan arınma eylemi, ikincisi bu eylemi uygularken alınan haz.”

Blog sahibi arkadaşın bu sözleri, internette rastladığım eski bir reklama çağrışım yaptı. Perma sharp’ın şimdi izlendiğinde güldürecek o eski siyah beyaz reklamı ne diyor: “erkek: tıraş olur…erkek, merttir; erkek, arkadaştır erkek sevgilidir ve erkek tıraş olur.”(!)




Maço erkeğin görüntüsü nasıl olur?

Bir ara maço erkek, kadınlar arasında pek muteberdi(!) Görüntüsünde kirli sakal hakim, yaz kış çoğunluk siyahlara bürünmüş beylerimizdi. O sıralar, ünlü oyunculardan sokaktaki adama kadar bu görüntüdeki beylere rastlanırdı. Sonra bunun yerine ‘metropol’ sıfatlı ayak tırnak törpüsüne kadar bakımlı beylerimiz belirdi. Bakımlı erkek deyince işi biraz abartan beylere hanımların ilgisi, giderek artıyor mu ne! Bir internet gazetesinin haberine göre öyle. İnternet gazetesinin yazılı yabancı ülkelerde yapılan araştırmanın sonucundan çıkan şu: ‘maço erkek sevdası’ndan hanımlar vazgeçiyor. Şöyleymiş : “ … Yapılan son araştırmalara göre kadınların maço erkeklere olan ilgisi sona ermek üzere. Bir zamanların en ilgi çeken özelliği olan "maçoluk" artık eskisi kadar da popüler değil. Efemine erkeklerin giderek kadınların gözdesi haline gelmesi de bu durumun en büyük kanıtı…Avusturalyalı araştırmacılar "Artan ekonomik kaygılar ve sıkıntılı zamanlar sebebiyle, zor günlerde sakin kalma isteği kadınları sakin erkeklere yönlendiriyor" derken, sağlık açısından kaygılı olan kadınların ise "maço" diye tabir edilen sert, maskülen erkeklere yöneldiğini söyledi. Bunun sebebi ise maskülenliğin, sağlıklı genlerin işareti olarak görülmesi.”

Alışamadım gitti!
Biçimiyle her çeşidi olmasına rağmen alışamadım. Modern biçimli şu çenede yığılmışları, yüzün üçte ikisini kaplayan yuvarlak biçimlileri, çeneden aşağılara kadar seyrelerek sarkmışlıları, düzenli şekil verildiği halde fırsat bulamamaktan birkaç gündür serbest kalmış hissi veren ‘kirli’ sıfatlı olanları… bu kadar çeşitliliğe rağmen alışamadım gitti. “Sebebi, görsel alışkanlık seninkisinin” deseniz “tam doğru değil” derim. En sevdiğinize “şu yüzündeki fazlalıklardan kurtulsan daha iyi olmaz mı” dersiniz-elbet daha ince sözlerle- isteğiniz yerine getirildiğinde bir de bakarsınız ki bu yeni halini yadırgıyorsunuz. Sizin alışkanlıklarınızı- dolayısıyla tercihlerinizi- bilmem ama ben görselde sevdiğime sakalı yakıştırsam bile yanıbaşımda bir sakallının oluşundan hoşnutsuz oluyorum(!) Benim için ister usturayla olsun ister elektrikli traş makinasıyla olsun ister ‘kullan at’ veya ‘daha uzun kullan öyle at’ tıraş bıçağı olsun tıraş, her haliyle erkeği daha bakımlı gösteriyor.



Reklamların cıngıllarındaki sözler!

Dedim ya, bu ‘tıraş’ konusu, pek bir güldüğüm ‘o buzdolaplı’ yeni tıraş reklamı yüzünden aklıma takıldı. Çocukluğumdaki o reklamların cıngıllarını ise kolaylıkla hatırlayabilmemi, Latife Tekin’in memleketi,‘şairlerinin yüzde sekseni reklam ajanslarında yazarlık yapan’ bir memleket oluşuna bağlarsak hele de yetmişler ve seksenlerde şairlerin ancak reklamcılıkla para kazanabildiklerini hesaba katarsak o yılların reklamlarındaki sözlerin bugüne, melodisiyle kalışına şaşmamalı. Acaba reklam sektöründe çalışan şairlerin sayısı, azaldığı için mi şimdiki reklam sözlerinin ezberlenirliği düşük veya zor. Veya artık şairler mi azaldı?