26 Haziran 2011

Fado bu, benim ve senin olan
Kader bu, bizi birbirimize bağlayan
ne kadar inkar edildiğinin bi önemi yok..
Her ne zaman duyarsan
bir gitarın ağladığını
işte o zaman kayboluruz
gözyaşı dökmek arzusuyla..



kıyıdan denize açılanlar, kaderine yol alanlar; günlerce, aylarca geride bıraktıkları insanlara, bir veda sözünü emanet edenler; pusulalarını martılara, albatroslara kesiştiren denizciler, bir kimseye bir yere bir türlü bağlanamayan duygularını, denizin dibine çıpaladıklarında kıyıda kalanlardan hangi kadının yüreğinde bir yara açmış olur?
yüreciklerini, deniz suyuyla yıkamış kadınlar, haşin denizi kendisine dost edinmiş sevdiklerini, kocalarını, oğullarını denize yenilmeden dönebilsinler diye öfkesiz, yalvaran ağıtlar yakarlarmış.Fado denilen, kader olarak çevrilen şarkılar, işte bu ağıtlara örnek gösterilir.

"O günlerde zor bir aşkın son perdesini yaşıyordum. Sahneden indikten sonra gitaristim geldi. 'Misia' dedi. 'Bir daha lütfen böyle şarkı söyleme, yoksa sahnede düşüp öleceğim. Kaldıramayacağım kadar ağır geliyor. Evinde söyle, ama n'olur sahnede bu kadar içten söyleme.' Konserlerde genellikle şarkılar arasında konuşur, küçük espriler yaparım. Şarkı sözlerinin sadece metafor olduğunu söylerim. Çünkü bazen gerçekten insanlara ağır geliyor."

Fadocu Misia, onu dinleyenler üzerindeki etkisine böyle bir örnek veriyor. fado için Misia diyorki: " Fado hayatımı kurtardı. Altı yıl önce çok zor günler yaşadım. Hayatın kıyısına kadar geldim. O zor günleri fado söyleyerek aştım. Yoksa psikiyatra gitmem gerekecekti...Fado ruhu iyileştiren, tedavi eden bir atmosfer oluşturur. Dinleyenlerin, konserden duygu yoğunluğuyla, arınma duygusuyla ayrıldığını sanıyorum."




Fado tarzına dair ise: "Hayata mizah duygusuyla yaklaşıyorum. İyimserim. Karamsarın iyimserliği bu. Bazen bir soytarı, bazen ermiş gibi hissediyorum kendimi. Gerçek kimliğim sahnede ortaya çıkıyor. Yoğun, nostaljik, meydan okuyan, aşık, yenik, kırgın... Bu duygular, dil farkına rağmen diğer kültürlerde de karşılığını buluyor." diyor.
Hep hüzünlü varsayılan Fadolar için başka bir itirafta bulunuyor Misia : " İlk cd, neşeli şarkılardan oluşuyordu. Sonuncunun( "Garras Dos Sentidos) içeriği nedeniyle neşeli olması imkansızdı. Aşka gelince, "merhaba" sözcüğü aynı zamanda "elveda"yı barındırır içinde. Ayrılık aşkın parçasıdır. Her şey yolunda gitse bile ölüm ayırır. O yüzden aşka hiç bitmeyecekmiş gibi yaklaşmamak gerekir. Hem biraz önce söyledim ya, iyi fado için yüreğinizde hep biraz acı barınmalıdır."

Üzüntüm o kadar kırılgan ki,
acımın dinmesine izin verirsem
ızdırabım daha da artacak
ama şarkım daha az üzgün olacak
ey ülkemin insanları...




Fadoyu uluslararası alana 1950'lerde taşıyan Amalia Rodriguezdi. Diktatör Salazar'ın Portekizi yönetme formülündeki üç F'den (Fado, Futbol, Fiesta)biri olan Fadoyu kimileri ikiye kimileri üçe ayırıyor. Misia ikiye ayırıyor şöylece:

" Üniversite kenti Coimpra'dan adını alan türde(üniversite fadosu) solist erkektir, öğrenciler ve akademisyenler söyler. Trubador'lardan (Ortaçağ gezgin ozanları) kaynak aldıkları sanılıyor. Lizbon Fadosu ise liman meyhanelerinde, genelevlerde doğmuş. İsimleri Latince "fatum"dan (kader) kaynaklansa da kökenleri, üslupları farklı. Lizbon Fadosu naiftir. Bazen ahlaki değerlere meydan okur... Devrimden sonra fado dendiğinde, sadece diktatör Salazar'ın şarkıları hatırlanırdı. Yüzyılın başında anarşistlerin söylediği fadoları unuttu herkes. Buna çok kızdığım için bir dönem anarşist fadoları da repertuarıma almıştım. Fado tarihsel süreçte toplumsal yapıyı yansıtıyor. Evet, Salazar döneminde zorla 'Küçük ve yoksul bir ülkeyiz, ama çok mutluyuz' şarkıları yazdırılmış, söylenmiş. Ama ben farklı perspektiften bakıyorum hayata. Eski şarkılarda erkekler için 'Çok çapkındır, beni döver, ama yine de sonsuz aşkla bağlıyım ona' denirmiş. Ben meydan okuyorum. 'Günün birinde benim olacaksın' diyorum".

Ey benim ülkemin insanları
şimdi anladım,
taşıdığım bu hüznü
senden aldığımı..
Ey ülkemin insanları
Şimdi anladım
taşıdığım bu acının
senin için olduğunu..



Flamenko şarkıları da söyleyen; sevdiğim şarkıcı Yasmin Levy, yaşanılan acıların şarkılarını söylemeyi neden tercih ettiğini açıklarken Misia ile benzer şeyleri anlatmış olmuyor mu?

"Modern müzikten pek hoşlanmam, çünkü ben her zaman üzüntülü müziklerin peşindeyim. Yıllar boyunca hayatta kalmış müzikleri seviyorum. Benim ruhum yaşlı olduğu için hüzünlü şarkılarda kendimi buluyorum. İçimin en derinlerinde büyük üzüntüler olduğu için, bu tarz müziklerden hoşlanıyorum. Hüzünlü şeyler, benim müzikal anlamdaki motivasyonumdur. Mutlu şeyler hakkında pek söz yazmak istemem. Bu yüzden sahneye çıktığım zaman üstümde belli bir melankoli olmalı. Konserimde çıkıp sahnede zıplayamam ben. Dertlerimi ya da dertlerimizi dile getirmeliyim.''



Not: Misia'nın sözleri Şubat 1998 Aktüel Dergisi'nde yayınlanmış söyleşidendir.

14 Mayıs 2011

Yok Böyle Bir Yağmur!...







Yok böyle bir yağmur. Ha babam yağıyor. Durması yok; durağı yok; yorgunluğu yok; rüzgarı az, kasveti çok; damla damla, telaşsız, bütün sıkıntısını, zehir gibi şehre boşaltıyor. Şehrin bir tarafında genç bir kız kaybolmuş; hiçbir yerden haber alınamıyor. Ailesi perperişan. Şehrin başka bir tarafında en zor dönemlerinde, hastalığında yanı başında olan adamla, başka bir şehire yerleşmek; onunla evlenmek; oğlu ve evleneceği adamla beraber mutlu bir hayata geçerek, dağınık hayatını terk etme hazırlığındaki kadın dedektif, aynı yağmurla eşyalarını toplarken tereddütler içinde. Çünkü onun hayatında işi hep ailesinden önce gelmiş. Kaybolan, öldürülen genç kızların izini bulamamak, katillerinin peşine düşememek ona hep başarısızlık hissi vermiş. Sakin tavırları, keskin mantığı, kolay kolay demoralize olmayışı onu, haklı bir başarının sahibi yapmış. Ah bir de şu yağmur olmasa belki başka şehre yerleşmesi kolay olacak tereddütleri azalacak. Ya şehrin diğer tarafında kaybolmuş muhtemel bir ölümle cesedinin ve katilinin bulunmasını bekleyen liseli kız, ona ne olacak? Tereddütler boşa değil. Yeni bir hayat kurmak ne kadar cazipse, dağınık da olsa yerleşik alışkanlıkları barındıran bir hayat diğer tarafta o kadar ağırlığını koymakta. Boşa değil başka şehre yerleşmek için alınan uçak biletlerinin tarih ertelenmesi, boşa değil düğün tarihindeki değişikler.



“The Killing” in başrolünde yağmur da var. Cast’ı belirlerken onu unutmamışlar. Onun, oyunculuğuna, bolca kasvet, zaman zaman gerilim kattığını düşünmekle castı hazırlayanlar iyi hesap yapmışlar. Başrol yağmurda ama diğer oyuncular ondan aşağı kalmıyor. The Killing dizisinin oyuncusu Mireille Enos (dedektif Sarah Linden) sakin ve sade bir oyunculukla karşımızda. Sesiyle oyunculuğu nasıl örtüşüyor. Benim gibi sese ayrı bir değer veren birinin etkilenmemesi mümkün değil. Bu dizide bütün oyuncuların sesleri etkileyici. Kadın dedektifin, başka şehre gitmesiyle boşalacak koltuğu doldurması için narkotik şubeden atanmış dedektif beyi ise Joel Kinnaman’ın canlandırmakta. Onun da sesinin ‘şarm’ı (charme) ayrı. Dizi hikayesinde, Seattle’da belediye başkanlığı seçimlerinin kıyasıya geçtiği döneme denk gelen liseli kızın kayboluşu, her iki belediye başkanı adayını da zor duruma sokması, paralel başka bir hikayenin yürümesini sağlıyor. Hatta o belediye başkan adayları dizi hikayesinde, liseli kızı, seçimlerinin baş konusu yapmakta geri durmuyorlar. İşte, ‘politika ve seçimler’ ne kadar acımasızdır bir polisiye dizide bile bunu görmek mümkün. Haberlerde seçim reklamlarında kaybolan kızlarının görüntüsünü görmek aile için ne ızdırap vericidir. O ızdırap içindeki aileyi yani kaybolan liseli kız Rosie Larsen’ın anne ve babasını Michelle Forbes, Brent Sexton canlandırmakta.


Mireille Enos (dedektif Sarah Linden)



Joel Kinnaman ve Mireille Enos


Bu dizinin görüntüleri, müzikleri, dizinin kasvetine rağmen etkiliyor. Her şeyi sade, basit ama etkileyici. Büyük, atraksiyonlu takip sahneleri, ters dönen arabalar, sürekli birbirine çevrilmiş silahlar, bolca kan yok bu polisiyede. Üstelik bu dizinin sanat yönetmeni, oyuncuları giydirmekte pek bir sorun yaşamıyordur. Herkes gibi görünen, sıradan insanların hayatında, her şey ne kadar sade ise bu dizinin karakterlerinin de giyim kuşamı, o kadar sade. Başroldeki kadın dedektif, alıştığımız polisiye dizilerdeki gibi botoklu dudaklarla, balyajlı saçlarla, dar ceket-pantolon takımlarla karşımızda değil. Boğazlı bir kazak ve blue jean neredeyse yegane gardrobu. Bey dedektifimizin gardobu da farklı durumda değil.


Michelle Forbes ve Brent Sexton( kaybolan kız Rosie Larsen’ın anne ve babası rolündeler)


Kaybolan( ve aslında öldürülmüş) liseli kızın katilinin bulunması bütün bir sezon boyunca işleniyor. Yani her bölümde farklı bir cinayet yok. Alıştığımız polisiyeler gibi değil anlayacağınız. İlerleyen bölümlerde yeni bir oyuncu eklenmeden; başından beri seyirci olarak şüphelendikleriniz eksilmeden dizinin son bölümüne kadar aynı kalacak. Bütün bölümlerde tek bir cinayetin şüphelileri hep aynı isimler, yüzler; fakat bir bölümde en az iki defa fikir oynaması yaşayıp: “hayır filanca olamaz bu olmalı katil” derken, bölüm sonuna doğru fikrinizi değiştirecek yeni ip uçları, yeni sorularla bir başka şüpheli için “yok eminim katil, bu” diyorsunuz.



Abartı yok bu dizide; ihtişamlı, haddini bilmez, gerçek hayattan kopuk, maceracı hayatlar yok. Sadeliğin ve sakinliğin içinde merak uyandıran bir gerilim yaratılmış bu dizinin senaryosunda, çekiminde, montajında.

Belki şaşıracaksınız bu dizi, Danimarka yapımı “Forbrydelsen” dizisinin Amerikan uyarlaması imiş. Amerikalılar demek ki istedikleri zaman az atraksiyona rağmen gerilimi yerinde polisiyeler de yapabiliyorlarmış (!!)

Tavsiye edilir: “The Killing” izlenmelidir!

Not: Hikaye Seattle’da geçiyor fakat dizinin çekimleri Kanada Vancouver'da yapılıyormuş. Bu bilgi, onca yağmuru, karanlık bulutları ve kasveti açıklıyor.

Kim sorarsa dağ bizdedir!



Bir cümle vebal bizdedir!

Her dağın ayrı bir türküsü var mıdır? Bence vardır! Ezgisiyle sis bulutuna yaslanmış sarp kayalık dağların veya rüzgarla titreyip salınan yeşilliğiyle “buradayım!” diyen o kocaman yürekli dağların, yeri yöresi neresiyse, her doruğuna, kader gibi yazılmış türküleri olmalı. O kocaman yüreklerinde gizliden vuran ‘düm düm ta, düm tatata’ davulu duymalısınız, başka bir dağın saz telini veya kemençenin namelerinde o türkülerin hikayeleri, kendilerini anlatmalı. Bir dağın yüreğinden velvelesiyle: “..Kalbime ateş düştü/İçinde yar da yandı/Su serptim ateş sönsün/Serptiğim su da yandı…” sözlerini veya gümbür gümbür yürek çarpıntısıyla “…Arı vardır uçup gezer/Teni tenden seçip gezer/Canan bizden kaçıp gezer/Arı biziz bal bizdedir…” sözlerini duymalısınız! Kemençeyle duyacağınız şu sözlerle “…bin dokuz yüz yetmiş dokuz senesi/yazık genç yaşıma ona yanarım/kapıda asmalı elmanın dalı/üzüm toplayamaz kuvvetsiz kolu/nasip idim İzmir topraklarına/ağla anneciğim, unutma beni/unutma beni!...” sızlanmalısınız.



Edep, Erkan, Yol Bizdedir!

Kestane ağaçları salınarak devr-i hindi usûlünde velvelesiz “düm tek tek düm tek” ritmiyle yürek vurduğu Karadeniz dağlarının bir tepesine tırmandık geçenlerde. Kimi yerlerde fındık ağaçları bir ağaç boyuna erişmiş; karşı tepeyi sarmış sise karşı, dimdik; rüzgara rağmen eğilmemeye bükülmemeye çabalıyordu. Karadeniz Yalıköy’ünün yukarılarında, dağın tepesindeki Kutluca köyündeydik. Kutluca köyünde kısa bir süreliğine misafir olduğumuz evin sahipleri “ bu yıl soba, haziran ortasında kalkacak gibi ” dedi, elbet kendine has şivesiyle. Yollar bir zaman asfalt yapılmış fakat kışın sertliğine, asfaltın dayanması mümkün değil. zamanla çatlamış asfaltlı yol, yarı taşlı yola dönmüş. Dağın tepesine, arabayla çıkarken keskin virajlar insani ürkütmüyor değildi. Fakat Küre dağlarına alışkın biri olarak o virajları özlemiştim.

Hoynat adasının sahipleri martılardı. Deniz kenarında nadiren gördüğüm karabataklarsa, İstanbul Kadıköy veya kanlıca koyu çağrışımıyla bana sürpriz yapıyorlardı. Ordu’ya giden yolda Yason burnundaki Yason kilisesine giden yön tabelası, başka bir durak noktasını gösterir gibiydi. Rivayet oymuş ki Yason ismi, Gürcistan'da altın postu aramaya giden ve boğazdan geçerken siren kayalıklarıyla karşılaşan, Jason adlı yunan mitolojisi kahramanından geliyormuş.

Hayırdır! Bu dilime dolanan türküler..

Her yolculuğumun dönüşü hep bir telaşlı geçer ya! Doktorumun şart koştuğu istirahat dönemimde yaptığım bu yolculuk yorgunluktan çok bana dinç bir hal getirdi. Özlediğim Karadeniz kıyılarından sonra hayalini kurduğum diğer yolculuklara kimbilir ne zaman çıkabileceğim? Dönüş yolumda o hayallere nedense kulağımda davul çağrışımlı birkaç mısra eşlik ediyordu: “Rüzgâr deme buluttur, bulut deme dumandır./Vur, ha vur, vur davul gök yerinden kaymalı/Hodri meydan! Vakit tamam, peşrev tamamdır/Ha deyince kaldırıp kaldırıp yere vurmalı...”

Sonra ‘hodri meydan’lı bu şiir çağrışımının nedenini düşündüm. Buldum da çünküsünü. Çünküsünü, bu şiirin sahibi şairimizin, yazılış hikayesiyle birlikte başka bir şiiri kulağıma çalındığında anladım. O şiirin yazılış hikayesi şöyle değil miydi?

‘'12 Mart sonrasının kahır günleriydi.
Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz'lere kıymışlardı. Karşıyaka'dan İzmir'e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı... Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra... Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm: ‘Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı/ Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı/ Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı/ Gittiler akşam olmadan ortalık karardı..’ “

Anlaşılan boşuna değildi gördüğüm dağlarla türlü türlü türküleri mırıldanmam ve boşuna değildi kuzey kıyılarında güneşten ışık yontanları hatırlamam ve elbet garip değildi 72’deki ‘asıldılar’ gazete başlığını hatırlamam. Yine nedense kuzey kıyılarından İstanbul’a dönerken uykuya dalmadan önce, güneyimizdeki Kerkük türküsü az evvelki mısraları tamamlayarak kulağıma yerleşti: “Baba bugün dağlar başı dolu kar/Benzim sarı hulkum dar/Her gelen benzim sorar/Bilmez kalbimde ne var/Aman aman aman elinden/Digel otur o güzel boyuna/Ben de ölüm..”

Not : sanılmasn ki yolculuk bittiğinde kasvetler içindeydim. evime dinlenmiş bir beyinle hafiflemiş bir ruh haliyle döndüm. arada bir kısa da olsa kaçamak yolculuklar yapmak lazımmış . doktorun yasaklarına rağmen!!

Temmuzda Gökçeada





Temmuzda Gökçeada'da bir şenlik varmış. Bu haberi galata ritim atölyesi veriyor.Anlaşılan, 9-24 temmuz tarihleri arasında ritim tutacak gökçeadanın bir yanı. hem de Uğurlu'nun biraz ötesinde. Uğurlu, Gökçeada'nın Kefalos plajının kalabalığından kaçanların tercih ettiği başka bir doğal plaj.

Uğurlu'nun kıyısındaki çakıllar, taşlar denizin dibine kadar uzanır. Deniz pırıl pırıldır, ayna gibidir öyleki dibindeki taşları görürsünüz. Bu taraftaki kıyıda serincedir deniz ama yazın sıcağında öyle iyi gelir ki sıkça denize girersiniz.

Uğurlu'nun alçak tepelerindeki kekik çalılılarının amansız keçileri, siz kıyıda güneşlenirken tepenizde belirebilir. Siz kim bana gölge yapıyor diye gözünüzü açtığınızda, o tuhaf gözbebekleriyle keçinin sarı-kahve gözleriyle karşılaşıp ürkebilirsiniz. Ürkmeyin onlar yazın kuruyan çalılardan bıkıp kıyıdaki olası yiyecekler için dolanmaktadır. Keçilerin misafirliği bitince rahatlar bir daha denize girip yanınıza aldığınız atıştırılacakları çıkartırsınız. Sakin denize karşı, krik-kraklarınızı keyifle atıştırırken, sessizce yanınıza gelen, elinizdeki atıştırılacaklara gagasıyla sessizce ortak çıkan hindilerse, elindekilere onları ortak etmezseniz aranızda yenileceğiniz bir mücadeleye hazır olduklarını gösterir bir haldedirler. Dik duruşları ve gagalarıyla elinizdeki atıştırılacak hedefe anlık saldırıları, aranızda geçecek olası mücade için meydan okuyuştur. Tavsiyem yiyeceklerinize, ucundan ucundan onları ortak etmektir.

Uğurlu limanından sonra plaja doğru ilerleyen yol ciddi ciddi daralır; iki arabanın yan yana geçişi zorlaşır. Yol tepede ilerlediği için bir süre, çok aşağılarda kalan denize, kuşbakışı bakmak yüreğinizi hoplatabilir. Fakat kıyıya indiğinizde geldiğiniz yol herşeye değer.

işte orada bir yerde; saklı limanda, bu ritim ve sanat kampı gerçekten cezbedici. Üstelik Mısırlı Ahmet'in ritimleriyle. Ne de olsa temmuzun ritmi başkadır.