"Yani.. Ben Bir Katil miyim?"
O’nun hikayesi başkaydı. Çok az insanın hikayesi, onunkine benzeyebilirdi. Yeryüzünde ‘o isimle var olmak’ veya aslında “o” olmamak. Saklı yaşayan suçlu insanlar gibiydi; adam öldürmüş, bir tesadüfle yakalanamamış; gizli bir yerlerde yaşayan suçlu! Üstelik bütün suçu, kendi ayakları üzerinde durabilmek, ’ kendisi olmak’ isteği idi. Kim bilebilirdi, işin bu noktaya gelebileceğini. Elbette kararını verirken, büyük bir risk alması gerektiğini biliyordu. Ama bir katil olacağını kim bilebilirdi? Kendi isminin katili olacağını kim söyleyebilirdi. O, ciddiye alınmak istiyordu; o işi yapan herkes gibi takdir görmek, yapacaklarının kabul edilmesini istiyordu. Hem kanunen onu suçlu görebilecek bir madde de yoktu, en azından o vakte kadar.
Kimse onu tanımasın diye önce takma bir isim ve soyad uydurdu kendine. Bunu yaparken yanında bir silah yoktu; kanlı bir gömlek, hiddetten avuçlarında titreyen keskin bir bıcak hiç yoktu. Elindekiler sadece bir kağıt ve kalemdi. Önce ismini karaladı. Bir sürü isim denedi kağıt üzerinde. Karar verdiği isim ve soyada uygun bir imza ayarladı; sanki kırk yıldır o ismi taşıyormuş ve hep o imzayı kullanıyormuş gibi. Sonunda başardı. Yeni ismini kendi duyacağı kadar mırıldandı, yabancı gelmesin diye. Belki gardrobunu da değiştirmeliydi. Ne de olsa şimdiye kadar taşıdığı nüfus kağıdındaki isim; yaşadığı hayatın, okuduğu okulun, anne babasının bütün izlerini taşıyordu, üzerinden yıllar geçmesine rağmen ilk sevgilisinin renk seçimleri elbiselerinde hala hakimdi; eski ismi o rengin harfleriyle zengindi . Sonra gardrop işinden vazgeçti. Bu kadarı hepten ‘kendinden vazgeçmek’ olacaktı. Halbuki kendi sınırlarını öğrenmek, ‘kendi olabilmek’ için katil oluyordu. Yoksa herkesin bildiği, eskide bıraktığı, nüfus kağıdındaki ismiyle önümüzdeki günlerde tasarladıklarını yaparsa; belki onu yargılayacaklar ya da nedenini sormadan kalemi kırıp infazını isteyeceklerdi. Bu, daha büyük bir hapis olurdu, onun için. Diğer hapsi, tercih etmeliydi. Riski göze alıp; seçtiği ismin, getireceklerini olduğu gibi kabul edecek; kulaklarının bile henüz alışamadığı, yadırgadığı ‘o isim’e hapis olacaktı. Karar verdi ve bütün köprüleri yeni ismiyle attı.
Alışmak için sık sık kağıda yeni ismini yazıyordu, tek başına kaldığında arada ismini ateşli hasta gibi sayıklıyordu. Alıştı elbet yeni durumuna. Artık o da bir katildi ve katlini, silahla, bıçakla değil kalem ve kağıtla yapmıştı; ama kaleminden kırmızı mürekkep akmıyordu. Yazdıklarında kelimelerin en özgürü bazen de en sert ciddiyeti, kağıt üzerinde yerini, kolaylıkla buluyordu. Şimdi yazdıklarını, o öldürdüğü ismiyle yazamazdı. Yazsa bile kimse onun yazdığını, hatta bir kadının yazdığını kabul etmezdi. Zaten bu yüzden katil olmamış mıydı?
Bir erkek ismi seçmişti kendine: Dominique. Böylece daha rahat yazacaktı, tutkularını. Fakat dikkatli seçmeliydi seçtiği kelimeleri; bir erkek yazarın kaleminden dökülecek kelimeler, nedense kadınınkilerden farklı olurdu; bunu yaptığı işten dolayı-ünlü bir edebiyat dergisinde çalışmaktaydı- çok iyi bilirdi. Kaç defa yoklamıştı; okuduğu kitaplarda, yazarların üslûplarında, kelimeleri çok tartmıştı. Ona göre bir dil tutturdu yazdıklarında, kullandığı kelimelerde. Bir erkek yazarın yazacakları olacaktı onunki.
Yıllar sonra soracaklardı: “neden, neden başka bir isimle ?”, Ya da “ o siz miydiniz? Biz onu filancanın yazdığını sanmıştık” o ise diyecekti ki: “Genç değildim, güzel değildim. Başka silahlar bulmam gerekiyordu. Fizik her şey olamazdı. Beyin de bir silahtı. Bana bu tür kitaplar yazamazsın demişti( romanını ithaf ettiği, adam demişti Dominique’e). Deneyebilirim demiştim( romanını adadığı adama)…”
Ve yeni ismiyle yazdıkları bir kitap oldu; İngiltere’de yasaklandı derhal, kendi ülkesindeyse bazıları korktu, yazdıklarından. Bir erkek ismi görünüyordu kitabın kapağında fakat bu bile, yasaklanmasına engel olamamıştı. Yine de bu romanla önemli başka bir şeyi başarmıştı. Okuyan herkesi inandırmıştı ki: bu romanı yazan, bir erkekti! Bu isim o kadar kabul gördü ki ‘kitabı müstear isimle yazan, o ünlü edebiyat dergisinin(Domique’in de çalıştığı) yöneticisi olabilir miydi?’ sorusu sorulmaya başlandı. Bu soru, bütün şehri dolaştı, şehir yetmedi; kitap, uluslar arası bir şöhrete kavuştukça, peşi sıra o soru da dünyayı dolaştı. Kitabın ismi: O’nun Hikayesi. Yazarı: Dominique Aury. Şehirleri dolaşan o meşum dedikodulu soruya göre bunu yazan; Dominique ismini, kendine müstear isim yapmış o ünlü edebiyat dergisinin yöneticisi, Jean Paulhan idi.
Peki, neden yasaklanmıştı? Yazılanlar, kabul göreceği zamanların çok öncesinde mi yazılmıştı? Ne de olsa yıl henüz 1954 idi. İlk defa Fransız edebiyatı sado-mazoşizmle harmanlanmış erotik bir romanla karşılaşmıştı. Hayır, sadece Fransız edebiyatı değil; aslında bütün bir edebiyat tarihi bu sarsıcı durumla ilk defa karşı karşıyaydı (De Sade sayılmazsa). İlk tepki hızlı oldu: yasaklandı, toplatıldı, gizliden gizliye basıldı, okundu. Herkes bu adam kim dedi? Hiç kimse kitap çok okunduğu halde “yazarı benim! ben yazdım!” demedi. Ta ki 1994 yılına kadar. O yıl, Pauline Reage o kitabı yazanın, kendi olduğunu açıkladı: isminin katili o’ydu. Üstelik kitabını adadığı, sevdiği adamın Jean Paulhan olduğunu da eklemişti. İkinci romanının 'Âşık Bir Kız' başlığıyla yazdığı önsözünde; sevdiğine yazdığı o son mektupta: “Âşık bir kız, bir gün sevdiği adama dedi ki: Ben de sizin beğendiğiniz o öykülerden yazabilirim…” dediğine göre o sevdiği Jean Paulhan’dı. Ve yazdı da!
Ne dersiniz müstear isimle yazmak o kadar kötü müdür?
Affedersiniz! Kalemim, Öteki İsmimi Sevmiş!
Bizde “erkek ismiyle yazan kadın yazar yok!” diyen yalan söyler. Ya da “kadın yazarlarımız hep kendi isim ve soyadlarıyla yazmıştır” diyenler yanılıyorlar. İlk aklıma gelen isim, Suat Derviş hanım. Romanlarını sevdiğim bu kadın yazarımızın asıl ismi Saadet. Soyadını sormayın. O doğduğunda henüz cumhuriyet kurulmamıştı ve soyadı kanunu çıkmamıştı. Derviş paşanın torunuydu. İlk romanını yazdığında on beş yaşındaydı. O, ilk romanı “Kara Kitap” için Suat ismini seçti kendine. Tıpkı George Sand gibi-bildiğiniz gibi o da politik yazıları ,ciddiye alınsın, okunsun diye bir erkek ismiyle yazıyordu-. Suat hanım, Derviş soyadını sonradan aldı.
Bir de Cahit Uçuk hanım vardı. Bir televizyon için hazırlanan mini portre belgesel programı,’ Yansımalar’ dolayısıyla onunla tanışmıştım. Zeki, bakımlı, dimdik yüreyen, güleç yüzlü bir hanımefendiydi. Üç kişilik genç ekibimizi çekimden önce güleryüzle karşıladı, ikramlarda bulundu. Çekimde, ismini neden değiştirdiğini anlatmıştı. O yıllarda, bir kadın yazar olarak ortaya çıkmak; kabul görmek zor. Cumhuriyetin ilk yılları güzel, genç bir kız elindeki şiirleri nazımın çıkarttığı Yarımay dergisine gönderiyor ve Cahide Üçok ismiyle şiiri basılıyor. Bir ahbabının evinde tanıştığı Nazım, Cahit hanıma, nesri de denemesini salık verince, bir masal yazdı. O yazdığı masal yine yarımay dergisinde yayınlandı. Bu defa Cahit Uçuk ismiyle. Cahit Uçuk hanımın neden müstear isim kullandığını Ali Çolak şöyle anlatmış: “… yazısını hazırlayıp dergiye vereceği sırada, yayımlanacağından emin olmayan Cahide, ‘ne olur ne olmaz, rezil olmayayım’ diye adını ‘Cahit’, ‘Üçok’ olan soyadını da ‘övünmesiz, alçakgönüllü, uçuk renkli’ anlamına gelen ‘Uçuk’a çevirerek gönderir. Nazım, tanıtım yazısında bu genç yazarın cinsiyetinden bahsetmeyince, olanlar olur. Cahit Uçuk adı Bâbıâli’de bir efsane gibi dolaşmaya başlar; ama bir dedikodu dalgası da ortalığı kavurmaktadır. Kimdir bu adı sanı duyulmadık yazar?”
Yarımay dergisinin sahibi Vecdi Eren Bey, Cahit Uçuk isminin kime ait olduğunu açıklamakta direnmiş fakat babıali bu merakından vazgeçmemiş. Cahit Uçuk ismine genç kızlardan yığınla aşk mektubu gelirken Cahit hanım bu gizemin keyfini yaşamış. Fakat bu keyif uzun sürmemiş fazla merak, sonunda dergide Cahit hanımın yazdıklarının altında başka bir ismin görünmesine neden olunca, Vecdi bey, gazeteler, dergiler ve okurlarca merak edilen Cahit Uçuk’un büyük ve güzel bir fotoğrafıyla röportajını yayınlayarak onu ifşa eder. İşte o gün başka bir deprem olur Babıali’de. Güzelliğiyle değil yazdıklarıyla var olmak isteyen Cahit Hanım deşifre edildikten sonra yine hızla yazı yazmaya devam eder, sayısız romanı basılır.
Cahit Hanım Yansımalar programı için verdiği o röportajda : “ben soyadımı, bazı kadın yazarlarımız gibi her evlendiğim kocamın soyadıyla değiştirip yazı dünyasında yer almadım.” demişti. Cahit hanımın bu söylediğini kayıttan sonra televizyona dönerken arkadaşlarla yorumlamaya çalıştık. O diğer kadın yazarımız kimdi? Sonunda karar verdik: bahsettiği hanım yazar Halide Edip olmalıydı. Halide Edip Adıvar, yine cumhuriyetimizin henüz kurulmadığı dönemde Halide Salih ismiyle Tanin’de yazmıştı. Salih soyadını ilk kocası Salih Zeki’den almıştı büyük ihtimal. Sonraları kanunla beraber ikinci kocasının soyadını, Adıvar’ı aldı.
Müstear isimle yazıp yine evlenme teklifi alan erkek yazarlarımız da var. Aziz Nesin’in ilk dönemlerinde yazdığı bazı şiirleri, Bedia Nesin ismiyle dergilere gönderir, bu isimle basılır. Yazdığı dergiye, şiir seven beylerden evlenme teklifli çok sayıda mektubun, geldiği söylenir. Bir düşünün, Aziz bey, seçtiği müstear isme gelen evlenme tekliflerini, o mizah duygusuyla ne kadar ti’ye almıştır.
Ya Baskıcı Dönemlerdeki Müstear İsimler!..
Bazı iktidarların baskıcı yönetimleri, zaman zaman pek çok yazarı müstear isimle yazmaya itmiştir.İkinci dünya savaşı sırasında ve sonrasında yaşanılan 40’lı yılların gerilimi ve ülkedeki yönetimin özellikle sol yazarlar üzerindeki baskıcı tavrı, o yazarlarımızı, zor şartlara, kaçak göçek yaşamaya, parasızlığa hatta o şartlarda yürümesi zor evliliklerin bitmesine, ailelerin dağılmasına neden olmuş. O yazarların kabahati daha fazla demokrasi istemeleriydi. Elbette onlarınki sol görüşlü demokrasi isteği idi(malum şimdiki zamanda herkes kendi demokrasisini istiyor. Onlar daha fazla insani şartların toplumun tümünde olması gerektiğini düşünüyordu. Berikine göre ayrı, ötekine ayrı bir demokrasi açılımı o zamanlar yoktu) . Sadece belli başlı dergilerde, gazetelerde yazabildiler; demokrasi isteklerini, beklentilerini, umutlarını dillendirdikleri şiirleri kitaplaştırdılar. O şiirlerin, yazıların peşine birileri düştü, birileri yazanları sorguya aldı. Elbette onların müstear isimle yazmaya devam etmelerinden daha doğal ne olabilirdi. Geçenlerde elime geçen bir kitap, müstear isimleri konu etmiş kendine. Müstear isimle yazmak zorunda kalan ünlü önemli edebiyatçılarımız işte o kitapta sayılıyor. Sadece 40lar değil 50’lerde de devam eden o zorlu şartlarda Rıfat Ilgaz: Mehmet Rıfat, Stepne, Remzi Işık müstear isimlerini kullanmış; Orhan Kemal: Yıldız Okur, Hayrullah Güçlü, Raşit Kemali müstear isimlerini kullanmış ( Orhan Kemal’in nüfustaki ismi ise Mustafa Raşit Öğütçü’dür).
Yazar olarak hiçbir iktidarla sorunu olmayan Nurullah Ataç müstear isimle yazmış. Öğrendiğime göre, Sabiha Yağızlar müstear ismini kullanmış. Nurullah Ataç’ın Sabiha Yağızlar müstear ismini, neden kullandığını hiç anlamadım. Sanırım nedenini anlamak için Sabiha müstear ismiyle yazılmış yazılarını okumak gerekir.
Son yıllarda, Müstear isimle yazanlar…
Geçenlerde sağ cenahtan bir hanım yazar, 2004’den beri yazdığı gazetede bir erkek ismiyle de yazılar yazdığını ama bundan sonra artık yazmayacağını açıklamış. Erkek ismiyle yazdığı yazıların kendisini zorladığını ancak ailesinin desteğiyle 2004’ten beri yazmaya devam ettiğini anlatmış. Evet, bir kadın yazar olarak erkek ismiyle yazmaya çalışmak zor olmalı. Ben hiç denemedim ama sağ görüşte olup bir erkek yazarın kelimeleriyle yazmanın zor olacağını anlamamak için deli olmalı.
Öteki İsminle Gel…
Bir süre önce iki arkadaşımla ‘müstear isimle yazmak’ üzerine söyleştik. Aslında tam söyleşme değildi bizimki. Düzelteyim, yazıştık. Zaten üçümüz de İstanbul şehrinin birbirinden uzak yerlerindeyiz. Bir arkadaşım ki gazeteciliğin okulunu okumuş; TRT’nin haber program bölümünde belgesele yakın duran önemli bir programında araştırmaları dahil olmak üzere metin yazarlığı yapmış ‘kız arkadaşım’dır; diğeri ise gazeteciliğin en keskin ucunda durmuş, sağlam bir televizyon kurup ‘onur’ dediğin yerde köprüleri yakmış; sıfırdan var ettiği yerden ceketini alıp çıkmış bir ‘bey arkadaş’dır.
Kız arkadaşım, kimselere yaranmak derdinde olmaksızın yazılar yazmış, üç koca romanı yayınlanmış, program metinlerinde ‘aman birilerinin ayağına basmayalım’ endişesiyle değil; tarafsız fakat haksızlığa tepkili metinler kaleme almış dürüst bir yazar. Bütün bunları kendi ismiyle yapmış. Şimdilerde ise, o piyasada, hatırı sayılan fakat genel hastalık olan ‘yazarlığı’ meslekten saymama hastalığına, saygınlığına rağmen yakalanmış, önemli bir şirketin iş teklifini reddetti. Hem de bir süredir işsiz olmasına rağmen. Üstelik daima tarafsız yazmaya çalıştığı halde yazdığı metinlere yapıştırılan ‘o’ etiketten, çalışacağı ‘o şirket’ etkilenmesin diye, şirketin yöneticisiyle konuşup müstear isim kullanmayı bile kabul etmiş: “televizyon için yapacaklarımda isim önemli değil, elbet profesyonel olarak yapacağım bu işi. Benim için ismimle yazdığım romanlarım, yazılarım önemlidir” demişken yine ‘yazma işi’ni eylemden, meslekten saymayan şirket yöneticisinin, kaleminden dökülecek kelimelere biçtiği maddi bedel, her zamanki gibi işin yoğunluğunun çok gerilerinde kaldı. Ancak onu asıl üzen, alacağı paranın, yapılan işe denk düşmemesi değil bunu söyleme biçimleriydi. Tıpkı, arkadaşımın ikinci romanını basan yayınevine, basımından uzun bir süre geçtikten sonra büyük bir heyecanla sorduğu ‘kitabım ne kadar dağıtıldı, satışı ne durumda’ sorusuna; ‘aman parasını isteyecek’ korkusuna kapılarak ‘daha genç ve yeni yazarsın, hem oralarda çalıştığın halde televizyonlarda tanıdıkların var sanıyordum, kitabının tanıtımını televizyonlarda yapmadın, ne bekliyorsun, ne kadar satabilir’ cevabını veren yayınevinin sahibi ve editörünün kırıcı cevabı gibiydi. Netice mi? Ne kadar dürüst ve onurlu olursan bedeli o kadar ağır oluyor.
Bu iki arkadaşımla ayrı ayrı yaptığım ‘müstear isim ‘tartışması, nasıl başladı ve neye mi bağlandı? İşte:
Bu meseleyi ilk ateşleyen, ilk telleri koparan ’bey arkadaşım’dı. Bir müstear isim arkasına saklanarak yazı yazmayı dürüst bulmayan; kendisine birkaç defa yapılmış, müstear isimle yazma önerilerini; tekliflerini reddetmiş arkadaşımın, müstear isimle yazmayı, toptan korkaklığa yuvarlamasıyla başladı. Herşeyi, niyetin temizliğine ve dürüstlüğüne bağlayan ben de ise ‘o toptan yuvarlamayla’ teller koptu! Kadın yazarların, haklı sebeplerden müstear isim kullanmalarını doğru bulan; Suat Derviş hayranı ben, bir tarafta; dürüst gazeteciliğe onurlarıyla and vermiş iki arkadaşım diğer tarafta. Birilerini kirletmek gayesiyle bir takma ismin arkasına saklananlar adına; gerçekleri kendi ismi, imzasıyla söylemeye cesareti olmayanların samimiyetsizliği adına değil (asla değil!) ancak kalemini dürüst yazmaya adayarak müstear isimle yazılabileceğini savunan ben bir tarafta; “ne yazacaksam kendi ismimle yazarım, vebali benim boynumadır, başım belaya girecekse böyle girsin, ceza verilecekse çekerim” diyen arkadaşlarım diğer tarafta. Dürüstlüğü hayatlarının merkezine almış bu iki taraftan acaba hangisi haklı, ben karar veremedim. Sizce, hangi taraf haklı?
Not: Birkaç defa O’nun Hikayesi romanını okumaya çalıştım. Her seferinde on sayfasından öteye gidemedim; içim kaldırmadı; afakanlar bastı, okumaktan vazgeçtim. Aynı şeyi, aynı sebepten (o kadar bahsediliyor, okumayı bir deneyeyim dediğim) Marquis de Sade’ın romanlarında da yaşamıştım. Onun romanlarını da okuyamadım ve onları kitaplığımın, okunma ihtimali uzak kitapları arasına yerleştirdim.